Güllü uyandı. Önce ayakyoluna gitti, eline yüzüne buz gibi bir su çarptı. Sokak kapısını açıp dışarı çıktı. Ağaçların arasından seçilen evlere bakarken içini çekip sabah ayazını kokladı.
Mırıl mırıl konuşmaya başladı kendi kendine: “Adına Savaş demeseydim keşke. Ah bir geri dönse sağ salim. Bütün fanilası kan içindeydi oğlumun. Kanlı fanilayı çekip çıkartacak gücüm bile yoktu. Savaş da sırıtıyordu bana bakıp, dertsiz gibi. Böyle rüya mı olur? Ah bir gelse, gelse de yatıra gidip şükür duaları etsem.”
Güllü dertlenip eve girdi, mutfağa gidip çayı koydu ocağa. Hasan da uyanmış, sobanın önüne çömelmiş, geceden kalan közleri karıştırıyordu.
Sert sert baktı Güllü’ye, “Sana o kadar dedim, Savaş koyma şu oğlanın adını, bir türlü dinletemedim.” dedi.
“Ne olmuş, Barış koysam askere alınmaz mıydı sanki?”
“Yine alırlardı ama şimdiki gibi savaşın ortasına yollanmazdı belki.”
“Sen sabah sabah çemkirecek yer arıyorsun, yine ne oldu, önce onu de hele.”
“Diyeceğim elbet, git çayları koy da öyle gel.”
Güllü çayları doldurup kocasının yanına oturdu. Pencereden armut ağaçlarına yaşlılıktan bulutlanmış gözleriyle bakıp durdular. Savaş, yanlarında kalan son çocuklarıydı. Diğerleri çoktan evden ayrılıp başka şehirlerde kendilerince bir yaşam kurmuşlardı. Yudum yudum içtiler iyice demini almış koyu kırmızı çayı.
Güllü Hasan’ı dürttü. “Hadi desene, ne diyeceksen.”
“Dün gece rüyamda gördüm Savaş’ı. Oğlanın yüzü yoktu. Yüzünün her yerinde sargı bezi gibi bir şey vardı. Dümdüz, hani alçıyla sıvanmış gibi. Of be! Yüzü yoktu Savaş’ın. Olacak iş mi bu?”
“Hayırlara yor efendi. Rüyaların tersi çıkar, bilirsin. Bugün gelecek ya, ondandır tedirginliğin. Bak çocuklar uyandı, aman belli etme, bari onlar üzülmesin.”
Az sonra Hacer elinde kahvaltı tepsisiyle girdi içeri. Güllü “Kız gelin, Nuray nerede?” diye sordu.
“Daha uyuyor ana, ilişmedim ben de.”
Hasan karşı çıktı. “Kaldır onu, birazdan babası gelecek, hazırlıklarımız var.”
“Tamam baba.”
Tepsinin etrafında dört suskun insan oturuyordu. Üçü ekmeğe yağ sürüp reçele bandı. Sadece Nuray, kıpırdamadan boş tabağına bakıyordu. Dedesi çıkıştı ona “Kız yesene!”
“Yemeyeceğim işte, benim canım zeytin ister.”
“Yok zeytin kalmadı. Çık bahçeye keçi boku ye, o da aynı zeytine benzer.”
“Onu sen ye!”
Güllü girdi araya. “Kız sus, ayıptır.”
Nuray “Bana ne, bana ne.” derken sesi titredi ve ağlamaya başladı.
Nenesi onu kucağına alıp öptü. “Ne oldu sana gözümün bebeği, neden ağlarsın?”
“Babamı gördüm dün gece rüyamda.”
Hacer elini uzatıp okşadı kızının başını “Anlatsana, anlat da nenen tabir yapsın.” dedi.
Nuray sümüğünü çeke çeke anlatmaya başladı. “Babam tam şurada yerde oturuyordu, ben de karşısında. Cebinden kırmızı bir top çıkarıp bana doğru yuvarladı, ben de ona. Sonra birden ıradı gitti. Ardından ‘Baba, baba’ diye ünledim, duymadı beni.”
“Oh, hayırdır inşallah.” dedi Güllü. “Çok güzel bir rüya. Baban gelirken belki sana top getirir.”
Hacer tepsiyi toparlayıp mutfağa götürdü. Kızına bir bardak süt doldurdu. O sırada Güllü çayları tazelemeye gelince onun kolunu dürttü. “Ana ben de gördüm Savaş’ı rüyamda dün gece.” dedi.
Güllü “Kız anlatsana nasıl gördün?” diye sordu.
“Ana hiç iyi değildi. Göğsünü yumrukluyor, kendi boğazını sıkıyor, boğuluyorum nefes alamıyorum diye feryat ediyordu. Acaba kötü bir haber mi alacağız? Ya evimize bayrak asıp şehit oldu diye televizyona çekerlerse. Vallahi dayanamam ana, ben de kendimi öldürürüm.”
“Kız sus, ağzından yel alsın. Hayırlara yor!”
“Eh, sen öyle diyorsan…”
Akşama doğru köy halkı teker teker “göz aydına” gelmeye başladı. Sobanın çevresine komşudan alınan iskemleler dizilmiş, çay bardakları ve Hacer’in yaptığı çörekler ortaya konmuştu. Gelenlerin de eli doluydu. Kimi çökelek, kimi tandır ekmeği, kimi ceviz, kimi bazlama getirip ortaya bırakıyor, çaylarını yudumluyorlardı. Beklenti ve merak dalga dalga yayılsa da kimse kendini ele vermiyor, havadan sudan laf açarak oyalanmaya gayret ediyorlardı. Hasan başını önünden kaldırmıyor, hiç konuşmuyordu.
Ovadan gelen yol tozuyunca çocukların sesi duyuldu: “Geliyor, geliyor!”
En çok da Nuray bağırıyordu: “Baba, baba!”
Sonunda bir askeri araç durdu kapının önünde. Önce sürücü indi, arka kapıyı açıp Savaş’ı indirdi.
“Haydi bakalım, evine vardın sonunda.” diyerek kapı önünde toplanmış kalabalığa bir selam çaktı ve arabasına binip gitti.
Savaş orada durup kalabalığa baktı, “Olur.” dedi gülümseyerek. Titremeye başlamıştı. Yılkı atı gibi ürkek gözlerle onları süzüyor, sarsak adımlarla eve girmeye çalışıyordu. Kalabalık yarılıp yol açtı, içeri girer girmez dizlerinin bağı çözüldü, kendini yere atıp çırpınmaya başladı. Nefes almak için ağzını açıyor, alamayınca kendi boğazını sıkıyor, yerde yuvarlanıyordu.
“Koşun su getirin, kolonya getirin!” sesleri duyuldu. Annesi, babası, karısı ve kızı etrafını sardı. Su içirip kolonyayla başını ve kollarını ovarak rahatlattılar. Sakinleşti Savaş, yerde boylu boyunca yatıyor, gözlerini açamıyor, hıçkırıyordu.
Konuklardan biri, muhtar, ayağa kalktı. “Oh şükür, sağ salim döndü evladımız ama belli ki biraz yorgun. Eh kolay değil canını ortaya koyup savaşmak. Biz artık müsaade isteyelim de dinlensin.” diyerek herkese öncü oldu. Hasan ve Güllü onları kapıya kadar uğurladı. Misafirler kendi aralarında fısıldaşarak evlerine doğru yürüdüler.
Ev boşalınca Savaş gözlerini açtı, sırtını dikleştirip yerde oturmaya devam etti. Nerede olduğunu bilmiyor gibiydi. Sobanın yanındaki sepetten birkaç kozalak alıp yerde yuvarlamaya başladı. Dördü ne yapacağını anlamak için merakla onu izledi.
Nuray hemen babasının karşısına oturdu, başladılar kozalak yuvarlamaya. Güllü Hacer’e el etti, şaşkın şaşkın yürüdüler mutfağa doğru.
Güllü fısıldayarak, “Kızım, kazanda su ısındı, çağır kocanı, yıka güzelce. Baksana leş gibi kokuyor. Üstünü başını kapıdan ver bana, bahçedeki kovaya atayım, evi kokutmasın.” dedi.
Hacer çekine çekine yaklaştı kocasına. “Savaş hadi gel yıkanalım, su ısındı.”
“Olur.” dedi Savaş, bir çocuk gibi karısının peşine takıldı.
Nuray elinde kozalak bir süre daha oturdu. Sonra yere dağılan kozalakları toplayıp sepete dizdi. Bakışlarını, hâlâ sobanın yanında, başı önünde hiç konuşmadan oturan dedesine çevirdi. Bir gariplik vardı ama neydi acaba? Dedesiyle göz göze geldi, o ise gözlerini kaçırıp armut ağaçlarına bakmayı yeğledi.
O sırada Hacer’in çığlığı duyuldu. Hepsi kapıya koştu.
“Ne oldu kız, ne var?”
“Ana gel çabuk, yetiş ana!”
Güllü banyoya girdi. Savaş’ın kanlı fanilası yerdeydi. Bütün bedenini kanlı, iltihaplı sivilceler sarmıştı. Savaş tahta taburede oturmuş onlara gülümsüyordu.
“Korkma kız!” dedi Güllü. “Kan çıbanı bunlar. Pislikten olmuş. Hele sen iyice kesele oğlanı, çıbanların tepesini kanat, sonra bol bol sabunla yıka ki mikrobundan arınsın. Bende merhem var, getirir sürerim şimdi, bir şeyciği kalmaz üç güne. Canın acıyor mu oğlum?”
“Olur.”
“Savaş bak annen soruyor, canın yanıyor mu, haydi de bize.”
Savaş gülümsedi ve kafasını iki yana sallayarak yine “Olur.” dedi.
Yıkandı, paklandı, tertemiz pijamalar giydirilip sedire yatırıldı. Dördü de başında durmuş ona bakıyordu. Savaş ise onları tanımıyormuş gibi tavana çevirmişti gözlerini.
Hasan, “Hadi artık rahat bırakın çocuğu, uyusun.” dedi ve kolundan tuttuğu gibi Güllü’yü odadan çıkarttı. Kapının önünde karısının kulağına eğilip, “Ben sana demedim mi, yüzü yok olmuş bu oğlanın” dedi.