Bir sohbetin orta yerinde kendinizi iyi bir satıcının marifeti ile pek de düşünülmeden alınmış ve daha ödemesi yapılır yapılmaz pişman olunmuş bir eşya gibi hissettiğiniz oldu mu hiç? Yıllarca giyilmeden dolapta asılı duran ve sadece kapı açılıp kapandıkça dolaba sızan tozlar yüzünden kirlenen bir gömlek gibi mesela. Üzerindeki tozlar yüzünden hapşırası gelen ama ona bile üşenen bir gömlek gibi. Hani bir silkelense daha iyi görünecek ama iyi bile olsa görünmemek için, kimsede üzerine geçirme isteği uyandırmamak için diğer kıyafetlerin içinde kaybolmayı yeğleyen bir gömlek.
Saçları çiğ sarıya boyanmış- dibinde beyazlarla karışık koyu kahverengi saçları görünen- ev sahibi, “Siz nasılsınız?” diye sorduğunda kendimi tam da o gömlek gibi hissediyordum. Soru ile birden irkildim.
Dışarıdan bakanların yerimde olmayı isteyecekleri evin salonunda, ev sahiplerinin anlamlandıramadığım neşeleri kadar renkli ve buna rağmen çirkin koltuğunda birkaç milim kımıldadım sanıyorum. Bedenimin olduğu yer ile zihnimin kendini olduğu sandığı yeri eşleştirmem birkaç salisemi aldı.
Samimiyetle süren hal hatır sorma faslı tam ev sahibi ile aramızdaki dışarıdan bakanların neredeyse gözleri ile görebilecekleri gerginliği azaltmaya başlıyordu ki kelimelerimiz tükendi. Birkaç kelam daha edebilmeyi istedim, yenilerini bulamasam da ezberimdeki cümlelerden kullanmak istedim. Daha iyi düşünebileyim diye vücudumdaki tüm kanı yukarı pompalamak istedim ama beynimdeki kelimeler bir türlü bir araya gelip anlamlı bir topluluk oluşturamıyorlardı. Birisi ağzımdan çıkacak gibi olsa diğeri koşarak uzaklaşıyor, zihnimin bilmediğim yerlerine saklanıyordu. Bence kısa sohbetimiz sırasında alnına botoks yaptırdığını fark ettiğim ev sahibi de benzer bir durumdaydı. Yüzünde sadece ağzının kenarlarını hafif ve gergin biçimde yukarı kaldıran ama asla başka bir noktada kendini belli etmeyen bir gülümseme vardı. En azından sohbete devam edemeyeceğimiz konusunda gizli bir uzlaşmaya varmışız gibi görünüyordu.
Bir kısmı henüz iki haftalık yeni iş arkadaşlarımdan oluşan neşeli grubun konuşmaları devam ederken salonda sadece birisi çiçek veren üç bitki, bitkilerin birisinin olduğu saksıda kendi kendine büyümüş bir yabani ot, kötü bir replika tablo, on iki biblo, iki vazo, koltuğun altına kaçmış bir oyuncak, dokuz saç teli, üç tanesi boş yedi çay bardağı saydım. Bense hepsinin ortasında -ortasında değil düpedüz kenarında- ayıp olmasın diye davet edilmiş ve yine ayıp olmasın diye davete icabet etmiş biri olarak, eğreti yer kaplıyordum.
Derin bir nefes aldım ve gözünün renginin ela mı yoksa asla bal rengi denemeyecek kirli bir sarı mı olduğundan emin olamadığım ev sahibine seslendim: “Bir bardak daha çay alabilir miyim?”