Doğrusu güzel kadındı. Bir pastırma yazının ve o yazı temsil eden bir ormanın önünde duruyor, kırmızı çantasından çıkardığı elli lirayla sanki yarım kilo şeftali almayı planlıyordu.
Güzel kadındı güzel. Adını öğrenecek cesareti kim, nerede bulabilirdi? Hele ki bir satıcıysan… Kadın, kırmızı çantası elinde, alımlı siyah saçları, ormandan ta buraya geç kalmış hayali bir meltemle dalgalanırken, yanındaki arkadaşına gülümseyerek, “Sana da alayım mı Türkân?” diye sorduğunda, pastırma yazının ağaçları şarabi bir ahenkle titredi. Kadın onların, onlar da kadının çeyrek asırlık gölgesiydi sanki. Sonunda aranan ev sahibi bulunmuştu demek! En azından satıcı, ağaçlar ve elbette güzel genç kadın böyle düşündü. Belki bir parça Türkân da… Zaten diğerlerinin pek de bir önemi yoktu.
Diğerleri… Diğerlerinin düşünceleri, inançları, sözleri… O güne kadar sanılırdı ki ağaçlar birbirleriyle konuşur, akıl sır ermeyecek masalların kahramanlarını arar. Sanmak inanmak demekti ve besbelli böyleydi. Hem dahası da vardı: Dallarında sakladıkları kuşlar, etraftaki floranın bilge seslileri, iklimin takipçisiydiler. Ya arılar? Keza onlar da. Orman perilerinin bundan bihaber olduğunu düşünmek ise dünyanın en saftirik düşüncesi olmaya adaydı. Orman, “kestane gürgen palamut altı yaprak üstü bulut” tarzı bir çocukluk şarkısının fiilen bekçisi gibi dururdu; çocukluğu koruyarak, o çocukluktaki hayalleri hayallerle sulandırarak. Önünden kim geçerse geçsin, adı sanı olmayan bu ormanı, kısacık da olsa, kendine ait bir parça olarak görürdü. Sert mimikler gevşer, ülkenin gidişatı düşüncesi savsar, “bu ormanı nerede görmüştüm ben?” sorusu tüm tanıdık geçmişi sorgulatırdı.
“Eski Kuzey Ormanları değil mi burası?” diye sorardı biri.
“Yok yok Bolu. Abant canım,” derdi öteki.
“Sapanca olmasın? Kaçak inşaatçıların dağı delmeden önceki hali?” derdi orta yaşlı bir adam.
“Toroslar bunlar Toroslar. Bir sonrası yayla,” derdi yaşlı bir teyze.
“Bırak allasen, Belgrad Ormanları. Baksana arkada bir bent var. Bizim orası,” derdi sosyetik bir hatun.
“Kayseri’nin havası var,” derdi simitçi.
“Bizim oralar,” derdi kimisi.
“Bizim burası.”
“Bizim diyarlar…”
“Bizim, bizim, bizim.”
Şimdi hepsi bitmişti işte. Deminden beri, böyle.
Güzel kadın da, belki bu yüzden, metro çıkışı, elinde bir türlü eskimeyen çantasıyla, fevkalade alımlı yüzü, sırtı hafif kambur, beyaz sandaletlerin arasından bir görünüp bir uzaklaşan ayak parmakları ve o parmaklardaki kırmızı ojeleriyle, durup bekledi. Arkasındaki pastırma yazı da. Sanki hepsi onun için oradaydı. Burayı bir yere benzetmedi. Burayı bir yere benzetmeyen nadirlerindendi. Kırmızı çantasının ve diri yeşil gömleğinin bu ormana çok uyduğunu düşündü, arada ayak parmaklarındaki ojelere baktı, “Ojelerim bile bu ormana uyuyor,” dedi. O yüzden metrodan indikten sonra bineceği minibüsü geciktirdi, karşısında hasır şapkasıyla onu kesen meyve satıcısından yarım kilo şeftali satın aldı. Tezgâhtar arkadaşı Türkân’a da ısmarlamak istedi. Türkân, “Yok istemem,” dedi. Ama o yine de aldı. Fazla parası olduğundan değil; kendini o ormanın önünde zengin hissettiğinden. Biraz da meyve satıcısına hava atmak için. Siyah saçları arkadaki ormanın ışığında daha da siyahlaşıp gürleştiği ve derin gözleri iyice alımlı bir kıvama dönüştüğü için. Bu yüzden kırmızı çantasından elli lirayı bahşiş verir havasında çıkarmış ve arkadaki orman onunmuş edasıyla satıcıya seslenmişti. “Yarım kilo bana, yarım kilo arkadaşıma.”
Lakin… Bu yarım yamalak cümle “açıl susam açıl” etkisi yapmış olacak ki… Pastırma yazının kapıları aralandı ve gerçek ayan beyan ortaya çıktı. Pastırma yazının arkasında sakladığı genişçe bir orman değil, şehrin göbeğinde kent hafriyatına katık edilmiş bir bina enkazıydı. Kanada’daki bir orman serabının içerisinden ağır ve tozlu bir vinç, derin bir kuyudan oflayıp puflayıp çıkarken bütün rüyaları katleden bir sarıyla toprağın homurtusunu yeryüzüne taşıyordu.
Siyah saçlarının rengi tozlu kumrala dönen ve gözlerinin pırıltısı herhangi bir geç ikindiye karışan kadın, suni deri kırmızı çantasına ve eski sandaletlerinin arasındaki bakımsız parmaklarına, hatta o parmaklardaki eprimiş ojelerin gerçek haline o zaman baktı. Derken yeşil gömleğinin tarazlanmış halinden utandı. Ait olduğu yer, fon itibarıyla bir enkazdı. Şeftali almaktan da vazgeçecekti ki satıcının iki ayrı kese kâğıdına özenle doldurduğu meyveleri fark etti. Ancak, o zaman bambaşka bir şey daha oldu. Arkadaki yalan ormanın pastırma renginin tersine, satıcının hasır şapkasının gölgesi kadına hâlâ aynı aşkla bakıyordu.