Funda kocaman bahçenin demir kapısını itince çalan çanın sesiyle “İşte evime döndüm” diyerek ferahladı. Uzun yolun yorgunluğu birden üzerinden sıyrılıp gitti. Babaannesi kapıdaydı, kucaklaştılar. Oturma odasında soba gürül gürül yanıyor, üzerinde çaydanlık kaynıyordu. Mis gibi portakallı kurabiye kokusu odayı sarmıştı. Türkiye’nin en doğusundan batısına yol almış, doğup büyüdüğü eve kavuşmuştu nihayet.
Gözünü açtığından beri onu ayağında sallayan, en sevdiği yemeklerle besleyen, saatlerce bıkmadan onunla oynayan, koynunda uyuduğu babaannesinin mis kokusunu ne kadar da özlemişti!
“Kız bu ne güzellik ama iyi bakamamış bunlar sana zaar, boyuna büyümüşsün dal gibi. Ben şimdi seni besler, şişmanlatırım. Ah, yıllar ne çabuk geçti. Gel kız gel, mis kokunu bir daha koklayayım. Doyamam” diye tekrar sarıldı Funda’ya. ‘’Ay deli kadın, kuzgun yavrusunu severken öldürürmüş, derler, daraltmayayım seni öpe öpe şimdiden” dedi, bir kahkaha attı. ‘’Sen çayları doldur ben bir koşu mutfağa gideyim” dedi, odadan çıktı.
Küçüklüğünden beri babaannesine hep “Ba’anne” derdi. “Benim tontiş Ba’annem, hele bilsen ben seni ne çok özledim. Bu sene kafaya koymuştum gelmeyi. Annemin başının etini yedim de o da babamı razı etti.”
Doğuya tayinleri çıkıp uzun bir süre gelmemek üzere giderlerken babaannesi ile kalmak için çok yalvarmış, ağlamıştı. Nahide Hanım da kıyıda köşede sessiz sessiz ağlıyordu. Babasının “Yapmayın böyle anneciğim. Bu sene ortaokula başlayacak. Onun peşinde koşamazsınız ki siz artık. Babam da, Leman da yok ki size yardım etsinler” diye ikna etmeye çalıştığını duymuştu. Sonunda babaannesi günlerdir avucunda sıktığı mendille son kez gözyaşlarını silip “Tamam oğlum tamam, sayılı gün çabuk geçer. Zor işte! Canımın canı o benim. Sen de torun sahibi olunca anlarsın” demiş, mendili Funda’nın cebine sıkıştırıp yolculamıştı onları sokağın başına kadar.
Babannesi elinde iki pasta tabağı ile içeri girdi. “Ye bakalım hatırlayacak mısın bu kurabiyeleri’’ dedi. Funda “Ba’anne kurabiyesi! Unutur muyum hiç tontişim! Aşk olsun!” deyip tabaktan aldığı kurabiyeyi ağzına attı.
“Kız biliyor musun, siz gittiğinizden beri hiç yapmadım bu kurabiyeden. Komşular çok istedi vallahi. Yüreğim kaldırmazdı senin yerine elâlemin yemesini” dedi. Şen kahkahası odada yankılandı. “Gel, gel, otur yanıma. Bak sana ne anlatacağım, ama aramızda kalacak ha! Babanı asıl kandıran benim’’ dedi gerdanını kıra kıra. Dedesi ile oturdukları sobanın yanındaki kırmızı koltuklara kuruldular.
“Nasıl kandırdın babamı?”
“Yaşlandım.” dedim. “Bahçedeki yaprakları süpürmeye gücüm yetmedi, üstüne basınca düştüm. Kolum kırıldı,” dedim.
“Ya! Gerçekten mi?”
“Yok be, bak bir şeyim yok. Amaç, babanı korkutup, seni yollamasını sağlamaktı.” “Helal sana! Müthişsin ba’annemmm! Bayılıyorum sana. Şimdi anladım babamın gittikçe yumuşamasını. Desene sen buradan, ben oradan sıkıştırmışız zavallı babacığımı” dedi Funda. “Dur dahası var” diye devam etti babaannesi. ”Seni halanın okuluna kaydettirdim, yarın gidip Müdire Hanım ile görüşeceğiz” dedi. Funda ayağa kalkıp zıplamaya başladı. “Dur kız dur, başımıza yıkacaksın babanın kıymetli evini! Otur çayını iç, hadi hadi” dedi.
Yatmadan önce birlikte mutfağı toplarken, “Funda“ dedi babaannesi “biliyor musun, Müdire Hanım, okula çok talep olduğunu ama okulun medarı iftiharı Leman’ın yeğenini müdür kontenjanından kaydedeceğini söyledi. Okuldan çıkarken beni gören Leman’ın öğretmenleri etrafımı sardı, halanı bir övdüler ki koltuklarım kabardı” dedi, yüzü gururla aydınlandı. Dillerine gecenin bir yarısı eski bir şarkı takılmıştı.
“Mini mini bir kuş donmuştu
Pencereme konmuştu…”
Ertesi sabah Funda erkenden uyandı. Babaannesinin ördüğü lizözü sırtına alıp bahçeye çıktı. Rüzgâr, deniz kokusunu önüne katmış sokakları dolaşıyor, ağaçların ve çiçeklerin kokusu ile buluşturuyordu. Her yaştan insanın içindeki neşeli çocuğu coşturan, tekrar yaşama bağlayan “sabah kokusu”ydu bu. Dedesi ile erkenden uyanır birlikte bahçeye çıkıp, bu kokuyu derin derin içlerine çeker, kültür fizik hareketleri yaparlardı. “Ah kızım ah! Bu sabah kokusu, insana şifadır, şifa” derdi dedesi. Babaannesinin coşkun sevgisi ve bu sabah kokusu dışında ne çok şey yok olmuştu aslında bu evde. Halasını ve dedesini de çok özlemişti. Gözleri buğulandı. İçeri girdi, pijamalarını çıkarıp giyindi. Hem yokuşun sonundaki Saffet Bakkal’dan ekmek alacak hem de çocukluğunu emanet ettiği mahalleyi gezecekti.
Yokuştan sonra denize inen 103 basamaklı merdivenlerin başına durdu. Merdivenler yerinde duruyordu ama artık denize değil, sahil yoluna iniyordu. Dedesinin tam burada onu omuzlarına alıp “Bak bakalım, martılarla sohbete dalmış mı?” dediği Kızkulesi’ni seyretti bir müddet.
“Ah! Ne mağrursun Kızkulem!” dedi kendi kendine, dedesi gibi.
Sonra mahalleye döndü. Ahşap evlerin birçoğu yoktu artık. Yerlerinde dört beş katlı, kimi balkonlu, kimi balkonsuz, kimi boyalı, kimi çini kaplı özensiz ve zevksiz apartmanlar dikilmişti. Pencerelerden, balkonlardan akşamdan aşılmış çamaşırlar sallanıyordu. Mahalle karman çorman olmuş, daracık sokaklar arabalarla dolmuştu. Arnavut kaldırımları sökülmüş, gelişigüzel asfalt dökülmüştü. Funda gözlerine inanamıyor, gördükleri ile anılarını bir türlü buluşturamıyordu. Babası son yıllarda sık sık, müteahhit giren mahallelerin durumunun fecaat olduğunu söyleyip duruyordu. Ama Funda hayal bile edememişti mahallenin sonunun böyle olacağını. Babaannesinin evinde, dedesi ve halasının eksikliği değildi sadece hissettiği. Mahallelerindeki bu değişim de, çocukluğunun o güzel anılarını bir anda taşları düşmüş elmas bir yüzüğe dönüştürmüş, soldurmuştu. Bir gayret yokuşun tepesindeki Saffet Bakkal’ın dükkânına girdi. Saffet Efendi, Funda’yı görünce gözleri parladı. “Nazlı kızım hoş geldin! İhsan’ın kızısın değil mi sen? Nahide Hanım da seni bekliyordu haftalardır. Sevinmiştir garibim. O da çok yalnız kaldı son yıllarda. Boylanmışsın bayağı, maşallah. Baban nasıl, iyi mi?“ dedi bir solukta. Yaşlanmıştı.
“Nazlı değil benim adım Saffet Amca. Ben İhsan’ın kızı Funda’yım.”
“Kusura bakma kızım, siz büyüyorsunuz biz de yerimizde durmuyoruz elbet, yaşlandık işte. İsim tutamıyorum aklımda. Gezdin mi mahalleyi, eski halinden eser yok değil mi? Etrafta ne çok komşu oldu son zamanlarda bilsen. Kalabalık oldu mahalle. Her çeşit insan var. Eskilerden neredeyse bir babaannen, bir de İsmail Efendiler ile Saraylı Hanımlar kaldık şurada” dedi.
“Gördüm, çok üzüldüm Saffet Amca.”
“Ah benim kızım, üzülme! Sizler varsınız ya bizden sonra. Buranın çocuklarısınız siz. Bak benim oğlanlar da dağılıp gitti, ekmek parası işte. Ama ihmal etmezler, gelirler, uğrarlar mahalleye. Kızlı erkekli mahalle arkadaşlarıyla buluşup, otururlar merdivenlerin orada, Kızkulesi’ne karşı. Neyse, çenem düştü benim, tutmayayım seni. Selamımı söyle babaannene, gözü aydın olsun” dedi.
Funda gülümseyerek, “Teşekkür ederim, söyleyeceğim” dedi. Elinde ekmek torbasıyla, denizi arkasında bırakıp eve döndü. Babaannesi çoktan kalkmış, kahvaltıyı hazırlamıştı. “Nerde kaldın? Şuncacık yerde Bakkal Saffet. Kayboldun diye merak ettim, aramaya çıkacaktım valla. Emanetsin kuzum” diye tatlı tatlı söylendi. “Merdivenlere gittim, oradan denize baktım. Kızkulesi dedemin dediği gibi hâlâ sohbet ediyor mu martılarla diye” dedi. Dudakları titredi. Susturamadı kendini. Ergenliğin bütün coşkusu ile mahallede olmuş olanları, sanki babaannesi bilmiyormuş gibi salya sümük ağlayarak anlattı. Babaannesi ona sıkıca sarılsın kokusunu içine çeksin istedi o an. Ama Nahide Hanım kaskatı kesilmişti. “Kimse kalmadı mahallede. O baban var ya!” dedi başını sallayarak, “Haberi yok ki buralarda olan bitenden. Baba ocağı diyor, başka bir şey demiyor” diye söylendi. Sonra derin bir nefes alıp devam etti, “Ay kuzum benim, boş ver sen bunları. Heyhat! Benim yavrum gelmiş de, şimdi mahalleye mi üzüleceğiz. Hadi hadi, kahvaltıya oturalım. Sonra süslenip püslenip doğru halacığının okuluna gideceğiz. Görsünler Leman’ın selvi boylu güzel yeğenini. Hadi hadi doldur çayları” dedi. Sonra gömüldükleri sessizlikte kahvaltı ettiler.
Babaannesi, kaybettiği neşesini süslenirken buldu. Güle oynaya Funda’ya güzel bir elbise seçtiler birlikte. Kapıyı kilitleyip, koca anahtarı küçücük el çantasına yerleştirdi. Neşe içinde okulun yolunu tuttular. Müdire Hanım’ın odasında çaylarını içerken, Müdire Hanım Funda’ya, Leman halasını kendisine örnek almasını sıkı sıkı tembihledi. Okuldan çıkıp, salına salına çarşıda dolaşıp evin yolunu tuttular. Evin kapısına geldiklerinde “Ben biraz İsmail amcalara gideyim, onları da göreyim” dedi Funda. Niyeti Saraylı Hanımlar’ın köşküne gitmekti.
“Tamam tamam. Ama geç kalıp yüreğimi oynatma sabahki gibi.”
Nahide Hanım eve yürürken, kendi kendine söyleniyordu: “Hey gidi koca Nahide Hanım hey! Mahalleden geçerken, komşularla sohbet etmekten evinin yolunu unuturdun. Bak şimdi, muhabbet edecek kimsen kalmamış doğduğun, büyüdüğün gelin olduğun bu sokaklarda. Yabancı gibi geçersin kendi mahallenden işte böyle.”
Funda koşarak alt sokaktaki Rikabdar İsmail Ağa‘nın kızları, Afitap, Bedia ve Vedia; namı diğer Saraylı Hanımlar’ın köşküne gitti. Köşk, mahallenin en güzel manzarasına sahip çıkmaz sokaktaydı ve ön cephesi Dolmabahçe Sarayı’na dönüktü. Halası bazen okuldan çıkar, eve gelmeden Saraylı Hanımlar’a uğrardı. Dedesi, kızların babası Rikabdar İsmail Ağa’dan saygı ve hürmetle bahseder, “Zat-ı alileri sarayda padişahın ayakkabılarından, botlarından sorumlu, önemli bir makam sahibiydi. Dört dil bilirdi, âlim adamdı vesselam” derdi. Babaannesi köşke uğrayınca eve geç kalan halasına söylendiğinde, dedesi “Leman kızım, Saraylı Hanımlar’ı sık sık ziyaret et, onlara işlerinde yardım et. Yüksünme! Çok şey öğrenirsin. Artık ne saray kaldı, ne saraylı zira. O zarafet, o asalet bulunmaz bir mekteptir” diyerek kızına arka çıkardı.
Çıkmaz sokağa girdiğinde yüzüne vuran rüzgâr deniz kokusu değil daha önce hiç duymadığı kötü bir kokuyu mahalleye taşıyordu. “Sidik kokusu galiba” dedi. Köşke yaklaştıkça koku yoğunlaşıp genzini yakmaya başladı. Yalının koca çıngıraklı kapısı sonuna kadar açıktı. Eliyle burnunu tutup başını kapıdan içeri uzattı. Halası gibi seslendi. “Huu! Huuu!” Derinden bir horultu sesi duydu. Ayakkabılarıyla içeri girdi. Camın önündeki hırpani yeşil kadife koltukta şişman bir kadın horlayarak uyuyordu. Sarkık yüzü yastığa yayılmıştı. Yayılan sadece yaşlı kadının sarkık yüzü olsa neyse! Her yerde kırık bardaklar, içlerinde yemek artıkları kurumuş porselen tabaklar, yosun tutmuş emaye leğenler. Ya kediler! Mahallenin bütün kedileri sanki evin kadim sahipleriymiş gibi yayılmışlardı her yere. Funda, koltukta uyuyan yaşlı kadına dikkatlice baktı. Konuşmalarındaki nezaket, hareketlerindeki zarafet, herkesi büyüleyen yüzleri kırışık, topuzları karışık, kırmızı rujlu üç kız kardeşin en büyüğü, Büyük Hanım Afitap’tı.
Nefes alıp, aklını yoklamak için balkona attı kendini. Balkon gacırdadı, bir ileri bir geri, gitti ve geldi. Her an yıkılacak gibiydi. Beyaz boyalı, oymalı korkuluklar çürümüş, birbirinden ayrılmıştı. Deniz kokusunu çabucak içine çekip, tekrar eliyle burnunu tutarak içeri girdi. Yerde paslanmış bakır bir tepsinin içinde bir kedi keyifle uyuyordu. Kediyi ittirip tepsiyi aldı. Nefesini tutarak, ortalığa saçılmış bardakları, tabakları tepsiye doldurmaya çalışırken, gözü duvardaki Rikabdar İsmail Ağa’nın yağlıboya tablosuna takıldı. Duvarın çatlamış boyaları, tavandan sarkan örümcek ağlarının arasından ona bir şey söylemek istiyor gibiydi. Gözü birden gazete balyalarına ve balyaların arkasındaki yüzlerce ayakkabı, bot ve terlikten oluşan küçük bir tepeciğe takıldı bu kez. Birden hatırladı, hizmetçi odasıydı orası. Tepsiyi, salonun ortasında hâlâ tüm ihtişamıyla duran aslan ayaklı ceviz masanın bir köşesine bıraktı. Merakla ayakkabılara doğru gidiyordu, birden bir kıpırtı sesi ile irkildi. Masanın arkasında, yırtık ve lekeli ipek geceliği ile kupkuru, iskelet gibi bir kadın belirdi. Funda’nın ödü patlamıştı. Hemen tanıyamadığı bu kuru kadın, cırtlak sesi ile bağırmaya başlayınca, anladı! Evin küçük kızı Vedia’ydı. “Küçük hanım! Küçük hanım! İçeri niye pis ayakkabılarınızla girdiniz? Dokunmayınız eşyalara! Bırakınız, bırakınız dağınık kalsın!” diye cırtlak bir sesle bağırmaya başladı. “Yok yok, dokunmuyorum, ortalığı topluyordum sadece, size yardım için. Ben!” dedi kekeleyerek “Ben, Leman vardı, hatırladınız mı, size yardım ederdi hani! İşte onun yeğeniyim.” Tam lafları toparlamaya çalışıyordu ki sırtında bir acı hissetti. Az önce koltukta horlayarak uyuyan Büyük Hanım eline ne geçerse ona doğru fırlatıyordu. Koltuğun altından emaye leğeni çekmeye çalışıyordu. Funda dehşet içinde evin kapısına doğru bir hamle yaptı. Ama ayakkabısı halıda vıcık vıcık bir şeye yapışmıştı. Büyük Hanım leğeni oturduğu yerden alamayınca boğuk boğuk, “Polis! Polis! Yine geldi bu hırsızlaaar! Kurtarın biziii!” diye bağırmaya başlamıştı. Funda panik içinde, “Hayır hayır ben hırsız değilim, sadece yardım edecektim” derken halıya yapışan ayakkabısı ayağından çıktı. Arkasına bakmadan, tek ayakkabıyla koşarak evden dışarı attı kendini. Tam bir şoktaydı. Titriyordu. Sokağın başından Funda’nın halini gören Saffet Bakkal koşarak yanına geldi ve “Korkma kızım!” dedi. “Saffet Amca!” diye sarıldı Funda adama. Saffet Bakkal bir süre Funda’yı sakinleştirdikten sonra, “Mahalleye dadanan serseriler delirtti bunları kızım. Evde ne var ne yok çaldılar. Yeni komşular, zamanında ne asaletli insanlar olduklarını bilmediğinden; “Sidikli Saraylılar” diye isim taktı bu zavallılara. Kimsenin umurunda değiller. Kaç kere polis çağırdım. Darülaceze’ye mektup yazdım. Ne devlet sahip çıkıyor ne de hısım akrabaları. Kaç kişi kaldık şurada! Eskiden komşular birbirini kollardı, sahip çıkardı. Oysa şimdi!”
Bakkal Saffet’in sözleri Funda’nın kulağında uzun süre asılı kaldı. Dalgın dalgın yürüyerek uzaklaştı. Oysa ne büyük bir özlemle, ne umutlarla gelmişti eski mahallesine. Çocukluğunun mahalleyle birlikte kaybolduğunu düşündü.