Kendi hâlinde bir kitap kurdu. Kitaplarla Lise 1’de Kartal Lisesi’nde bir edebiyat öğretmeninin zoruyla tanışmış. İyi ki de tanışmış.
Ömrünün 2000-2006 yılları arasına denk gelen altı yılını, içinde Müge İplikçi, Elif Şafak, Murat Belge ve Fatih Özgüven gibi bolca yazarın bulunduğu İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, sonrasındaki on beş yılını da Sabancı Üniversitesi’nin Bilgi Merkezi’nde geçirmiş ve geçirmeye devam eden Özel, yıllar geçtikçe mesleğine âşık olmuş, çokça kitap okumuş, okuduğu kitapların birikimiyle de içindekilerini "BBY Haber Portalı" isimli mesleki sitede, Abbas Güçlü’nün yönettiği Türkiye’nin en büyük eğitim portalı olan Eğitim Ajansı’nda ve son olarak da Müge İplikçi’nin öncülüğünde çıkan Mikroscope dergisinde elektronik kâğıda döken biri. Öykü yazmayı da çok seven Özel, "COS" başlıklı bir öyküsü “Öykü Gazetesi”nde yayımlanınca o gün heyecandan sabaha kadar uyuyamamış.
Sabancı Üniversitesi İnsan Kaynakları biriminin organize ettiği "Hobi Atölyesi" kapsamında iki yıldır bir kitap kulübü koordinatörlüğü de yapan Özel, kitap okuma aşkını herkese bulaştırmaya kana kana and içmiş bir kitap elçisi.

Pek çok insan sahili düşler, biz ise sadece yazın gelmesini beklerdik. Yolumuz illa ki sahile düşerdi. 

Şimdi insanlar maaşlarının bir iki tanesini birleştirerek deniz kıyısına tatile gider. Meğer biz gençliğimizde ne varsılmışız! Ortaokulda karneyi eve getirdiğimiz gün, yaz tatili başlardı bizim için. Önümüzde üç ay vardı ve bilirdik ki bu üç ayın büyük çoğunluğu sahilde geçecekti. Bir işçi merkezi olan Kartal’ın en büyük avantajı, denize kıyısı olmasıydı. Birbirinden pahalı plajları halkı kendine çekerdi, tabii ki biz parasız çocukları da. Cebimizin delik olduğu yıllardı. Kaçak girebileceğimiz Belediye Plajı’nı kendimize mesken tutmuştuk. O zamanlar aileler tek çocukla yetinmezlerdi. Yaparlardı Allah ne verdiyse. İşte bazı annelerin, plajın gişesinde sadece kendilerine para ödeyip çocuklarına para ödemedikleri o dönemlerde, biz de o çocuk furyasına karışır, kendimizi içeride bulurduk. Her gün bir başkasının üvey evladı olarak girerdik plaja, elimizi kolumuzu sallaya sallaya. Başka yollar da vardı. Örneğin tuvaletlerin olduğu yerde büyükçe bir duvar vardı. Oradan aşağı atlayıp sanki tuvaletten çıkmışız da tekrar kumsala gidiyormuşuz gibi vücutlarımızı ıslatır saçlarımızı inek yalamışa çevirirdik. Bazen de plajın yan tarafındaki apartmanların bahçelerinden girer, plajın sınır belirleyen iplerine tutuna tutuna içeri sızardık. Tam bir kurmay disiplini ve gerilla taktiği ile yapardık bunu. Plajın soldan sağa volta atan bekçilerini kolaçan edip öyle girerdik içeri. 

Bu kaçak giriş yöntemini kendi içimizde tartışır, en iyi yöntemi bulmaya çalışırdık. Şimdiki zamanlar gibi üzerimiz pek kalabalık değildi. Hele hele, içi havlu, deniz gözlüğü, güneş gözlüğü, bilimum güneş yağı kremleri, atıştırmalık bir şeyler, cüzdan vesaire şeylerle dolu plaj çantalarımız hiç yoktu. Olamazdı. Olmamalıydı da. Üzerimizde bir şort, bir tişört bir de terlik olurdu. Hatta bazen Diyojen’e bile şapka çıkartacak taktikler denerdik. Mesela ayak bağı oluyor diye terliksiz, yalın ayak giderdik. Plajın kenarından içeri sızarken de tişörtlerimizi şortumuzun içine koyardık. Denize girip, ipleri üzerimizden aşırarak ve de bekçileri kolaçan ederek yapılan bu sızma harekatında sadece şortumuzun içine sakladığımız tişörtlerimiz ıslanmış olurdu. Onu da, kıyıya çıktığımızda bir tümseğe serer kuruturduk. Ondan sonrası kolaydı. Akşama kadar yüz babam yüz. 

Bizim gibi kaçakların tek sorunu açlık olurdu. Sabahtan akşama dek deniz, insanı daha bir acıktırırdı. Plajın kafeteryasında döner de olurdu. Allah’tan koklamaya para almıyorlardı. O dönerin buram buram kokusu bugün bile gitmez burnumdan. O sahneyi ne zaman gözümün önüne getirsem o döner kokusu, hiç üşenmez, ta yıllar öncesinden çıkagelir ve beni buluverirdi. Bugün bile döneri taparcasına sevip yeme isteğimin sebebi, o yıllardaki yoksunluktur. Karnımızı ancak eve dönüş yolunda doyuruyorduk. Havacılar semtinin tek katlı evlerinin serin bahçelerini süsleyen meyve ağaçları sayesinde açlığımızı giderirdik. Kaçak yoldaşım Coşkun bahçeye dalar, mevsimine göre hangi meyve varsa alır, gerisin geri çıkardı bahçeden. Ben de boş durmaz, kimse geliyor mu diye nöbet tutardım bahçenin kenarında. Sonra meyvelerimizi afiyetle yer, evin yolunu tutardık. 

Yazları yolumuz sahile çok düştüğü için pek fazla anı biriktirmişliğimiz vardır. Bir gün yine aç sefil, sadece D vitamini ile beslenebildiğimiz kumsalda güneşlenirken, Coşkun şöyle seslendi: 

“Hadi kalk gidiyoruz.”

“Nereye?” 

“Bak, kıyıya bir yat yanaşmış. Binenleri gezdirecekmiş.” 

Sahiden de oluk oluk gençten insanlar biniyordu yata. Biz de gittik bindik. Yat kıyıdan elli-altmış metre açıldıktan sonra yata binen insanlar patır patır suya atlamaya başladılar. Tabii Coşkun da. Bir tek ben kaldım. Yatın sahibi, “Sen niye atlamıyorsun?” demez mi? (O günkü utanmamı, unutamam. Bir ben bir de Allah bilir içimdeki hislerimi.) “E, ben yüzme bilmiyorum ki” dedim. “Niye bindin öyleyse?” dedi. “Bizi gezdireceksiniz sandım” deyince, “Te Allahım yaaa”, diyerek beni sahile geri getirdi. Plajdaki veletlerin alay konusu olmuştum. Çok affedersiniz Puşt Coşkun da bir kenarda durmuş bana gülüyordu. Kulakları çınlıyordur umarım.

Lise 1’in sonuna kadar yolumuz her yaz sahile düştü, ta ki sahile yol yapmayı kafalarına koyan muktedirlerin “Denizler pis, 20.000 kolibasili var” yalanını uydurana kadar. Plajlarımız elimizden alınmıştı. Şimdi Belediye Plajı’nın üzeriden yol geçiyor. Plajın üst kısmına denk gelen yerinde de nikah salonu var. Belediye plajımıza kıyanlar şimdi nikah kıyıyorlar. Bu topraklarda kıyım nedense hiç bitmiyor! Yiğidi as hakkını yeme, demişler. Adnan Menderes’in “Aydın’a denizi getireceğim” diyerek denize kıyısı olmayan bir şehre, İzmir’den koparıp aldığı Kuşadası’nı vererek imkansızı başarmasının üzerinden bir yüz yıl geçmeden, sevgili Kartal’ı hatta Pendik’i hatta Maltepe’yi plajlarından ayırıp arasına sahil yolunu döşediler bir güzel. O günden beri yolum ne zaman sahile düşse, beynim hep düşler o günkü sahili.