Her gün yürüyüşe çıktığım geniş kaldırımlı, iki tarafında palmiyeler, orta refüjde portakal ağaçları olan yol dümdüz. İlkbaharda dallarına turuncu ampul asılmış gibi görünen bu ağaçlara bakmaya doyamaz, yürüyüş hızınızı kaybedersiniz. Üstüne bir de duvarları saran Arap yasemini kokusunu ekleyin. Çoğunlukla üç fincan çayın arkasından kahvemi içmeden yola çıkamadığımdan geç saatlere kalıyorum. Bazen gün ortasında, güneşin en ufak gölgeye izin vermediği saatte, bazen insanlar uyumaya hazırlanırken. Benim için başka türlüsü olanaksız, düzensiz, içimden geldiği gibi olmazsa bir anda göreve dönüşüyor. Tüm görevler gibi sırtımda yük oluyor.
Başlarda mahalleli, dükkân sahipleri için yeni ilgi odağı oldum. Yedi bin beş yüz adım ismini takanlar, illa bir şey tattırmaya çalışanlar, ayaküstü içtiğim espressoya üzülenler, bir top dondurmanın kalorisinin dikkate alınmayacağını ispat etmeye çalışanlar, vitrinlere attığım hızlı bakıştan satış umudu taşıyanlar, parkın kuytusunda tam kız arkadaşını öperken koşar adım yanlarından geçtiğime küfredenler, yolun yarısında durup cep telefonumdan adım sayıma bakmama gülenler ezcümle herkes zamanla bana alıştı, sessiz sedasız dolaşan kedilerle aynı sınıfa girdim.
Etrafımdaki sesler susunca birden onların farkına vardım. Gipür sabahlık içine uzun şifon gecelik giymiş, yavruağzı saçları arkada kalın örgüyle toplu, yüzünde donuk bir gülümsemeyle dolaşan kadın her gün bir türlü bitmeyen belki de hiç başlamamış düğününe gidiyor. Her gün. Dalga geçmek için yolunu kesenleri, edepsiz sözcüklerle arkasından gülenleri ne görüyor ne de duyuyor. Görmediğimiz bir tacı başından düşürmemek için dikkatli, mağrur, yolun sonunda onu bekleyen damada yürüyor. Çamurlanmış eteklerini toplayıp kaldırımdan inişindeki zarafete imrenmemek mümkün değil.
Orta refüjün yılmaz şövalyesi, her market dönüşü, yeşil çimenlerin, aylık değişen çiçeklerin, mis kokulu portakal ağaçlarının köpek pisliğiyle yanıp kavrulduğunu, belediyenin neden buna engel olmadığını düşünüyor. Köpek sahiplerine doludizgin bağırırken, ağza alınmaz laflar sarf ederken, bembeyaz olmuş saçına, eğrilmiş beline güveniyor. Yaptığı hesap bugün doğru çıkmıyor. Kar beyazı köpeği çimenleri eşelerken cep telefonuna laf yetiştiren genç bir kadın hışımla ona koşuyor, elinden ihtiyarı güç bela alıyor esnaf.
Koşar adım gidiyorum. Tempom düşmemeli. Olan biteni gözümün ucuyla yakalıyorum. Durup dinlemeye vaktim yok. Görüyorum onları ama bana değmiyorlar. Ne mutlu. Birden acı bir çığlık. Herkes durup bakıyor, ben de. Ah tabii, şu minik kadın! Boyu bir elli var yok. Kısa kara kıvırcık saçları güneşte pırıl pırıl. Elleri gürültüyle havalanan kuş kanatları. Bağırmaya devam edecek. Biliyoruz. Yolun yabancısı insanlar onu sakinleştirmek için ne kadar çabalasa da faydasız. Yılın başında belediyenin her bankın başına diktiği siyah demir heykeller onun kâbusu. Banka oturmadan önce içinden bin kez tekrar etse de o kara şeytanları unutuveriyor. Elinde akordiyonla beliriveren bu adam kim? Tüm dişleriyle gülen darbukacı ne zaman ilişiverdi yanına? Sakinleşmesi için epey ağlayacak. Belki de gelip alacaklar. Arkamda küçülüyor, oyuncak bebek oluyor.
Yolun ortasına boylu boyunca yayılmış dev köpek de benim kâbusum. Oysa varlığımdan haberi bile olduğu şüpheli, alt göz kapaklarından biri iyice aşağıya sarkmış, kapanmayan göz küresi iltihaplı, merceği büyük ihtimal katarakt. Etrafından dolanıyorum, dev kulak kepçesi kımıldıyor. Yanından geçerken içimden sahibine saydırıyorum. Köpekler korkumuzu hissettikleri gibi aklımızdan geçenleri de okuyabiliyor mu? Bir başka kâbus ise martı denen yeni illet. Kaldırımın dönemeç yaptığı yere üst üste park edilmiş bir sürü yeşil demir. Bebek arabasını aralarından geçirmeye çalışan genç bir anne kendisine yardım eden polise bunlara izin verdiği için çıkışıyor.
Hey yedi bin beş yüz adım, diye bağırıyor kuruyemişçi. Yavaş git, patinaj yapacaksın. Kahkahalarla gülüyor yaptığı espriye. Laf atmaktan vazgeçmeyen tek o. Adamın diğer takıntısı Türki cumhuriyetlerden gelen kadınlar. Mal alıyor, paralarını çeviriyor, otel buluyor. El kol hareketleriyle süslü uzun cümlelerini duyuyorum önünden geçerken, dönüş yolumda, karşısındaki çiçekli uzun elbiseli, yöresel şapkalı kadına, bundaki inat diyor, beni göstererek, keçide yok. Yürü babam yürü, kaldırım aşındı vallahi. Anlamıyor kadın, gülüyor yine de.
Kahvecide çalışan Rus genç kız müşterilerle tartışıyor. Her yirmi dakikada bir demliyorum filtre kahveyi. Yoksa güzel olmaz, diyor, iri mavi gözlerini açarak. Yirmi dakika seni mi bekleyeceğiz komünist kafa, diye bağırıyor beriki, kadının sert emir veren aksanına sinirlenerek. Mis gibi sıcak memleketi işgal ettiniz. Sizin yüzünüzden Türkler işsiz. Omzunu silkiyor Rus. Dükkânın önüne dökülen yapraklara bakıyor. Çok uzaklarda kalan bir bahçeyi hatırlayarak.
Sadece bin yüz adım kaldı. Gün dönüyor, kan portakalı güneş Akdeniz’e batıyor. Dağlar sivri çeneleri göğe dönük, buluttan sakallarını sıvazlıyor. Birazdan karşı sahildeki rengârenk ışık saçan dönme dolabı seyretmeye, fotoğraf çekmeye gelenler parkın duvarlarına yerleşecek. Varoş çocukları vahşi çığlıklarla patenlerin üzerinde geçecek, yürek hoplatan atlayışlar yapacaklar. Yollarına çıkmayın, bulutlanmış kafaların varoluş saatleri bu. Onların görünür oldukları, havada yıldızlaştıkları saat. Heykelin dibinde şarkı söyleyen gençlerle şov yapacaklar. Parkın diğer ucunda cılız sesiyle orguyla demode şarkılar söyleyen adamı korkutacaklar. Her gece tekrarlanan ayin. Sessizce katılın, ben ve kediler gibi. Patencileri, kaykaycılar takip edecek. Bırakın geçsinler. Kaykaycı kızların kısa şortlarına, açık göbeklerine laf edenlere kulak vermeyin. Yazın cehennem sıcağında postallarıyla geçen dövmeli, piersingli gençlere dudak bükmeyin. Sirk geçidi gibi gözden kaybolacaklar. Eski, renksiz dünyaya geri döneceksiniz.
Köpek çeteleri sekiz biçimindeki dev parkın her iki göbeğini tutmuş, parkın asıl sahipleri onlar. Korkacak bir şey yok. Onların derdi birbirleri ve metal hayvanlarla. Patenlerden nefret ediyor, kaykayları kovalıyorlar. Kedi sınıfındanım hem var hem yok. Köpekler hoş görüyor beni.
Beş yüz adım sonra hedef tamamlanacak, dijital dünya haber veriyor. Bir de köşede başını dizlerinin arasına gömen, ten renginden Suriyeli olduğunu düşündüğüm dilenci. Siri’nin aksine o benimle konuşmuyor. Sesini kimsenin duyduğunu sanmam. Önüne dizdiği birbirinin aynı kâğıt mendil paketlerinden alan olmadığı gibi. Sadece varlığıyla yolun sonuna geldiğimi haber veriyor.
Denize karşı banka oturuyorum. Ayın altında deniz kapkara ışıldıyor. Ne güzel demiş şair. Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız. İlki kadar ünlü olmayan bir başka şair. Yani babam, Bahçede kalan acı yel değil, hoş bir tebessüm, diyor. Dünyayı kucakla, şenliği olduğu gibi kabul et. Bağrına bas. Sana kalan hoş bir tebessüm.