Kendi hâlinde bir kitap kurdu. Kitaplarla Lise 1’de Kartal Lisesi’nde bir edebiyat öğretmeninin zoruyla tanışmış. İyi ki de tanışmış.
Ömrünün 2000-2006 yılları arasına denk gelen altı yılını, içinde Müge İplikçi, Elif Şafak, Murat Belge ve Fatih Özgüven gibi bolca yazarın bulunduğu İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, sonrasındaki on beş yılını da Sabancı Üniversitesi’nin Bilgi Merkezi’nde geçirmiş ve geçirmeye devam eden Özel, yıllar geçtikçe mesleğine âşık olmuş, çokça kitap okumuş, okuduğu kitapların birikimiyle de içindekilerini "BBY Haber Portalı" isimli mesleki sitede, Abbas Güçlü’nün yönettiği Türkiye’nin en büyük eğitim portalı olan Eğitim Ajansı’nda ve son olarak da Müge İplikçi’nin öncülüğünde çıkan Mikroscope dergisinde elektronik kâğıda döken biri. Öykü yazmayı da çok seven Özel, "COS" başlıklı bir öyküsü “Öykü Gazetesi”nde yayımlanınca o gün heyecandan sabaha kadar uyuyamamış.
Sabancı Üniversitesi İnsan Kaynakları biriminin organize ettiği "Hobi Atölyesi" kapsamında iki yıldır bir kitap kulübü koordinatörlüğü de yapan Özel, kitap okuma aşkını herkese bulaştırmaya kana kana and içmiş bir kitap elçisi.

Adım Erdal. Çok köklü bir geçmişi yok adımın; ama anlamı bizimkiler için değerli. İsmet Paşa bu adı oğluna koyarken, erkek dal anlamında, biraz da ucundan azıcık alarak Erdal’a dönüştürmüş. Sonrasında pek bir popüler olmuş bu ad. Babam da bu maksatla bana bu adı vermiş. Derslerim kötü olsa bile adımın hatırına bana pek kızmazdı. Serbestliğim ondan. Ne istersem alırdı. En bilindik marka spor ayakkabılar ve yalan söylediğinde burnu uzayan kahramanın adını taşıyan Pinokyo bisikletim, ben daha ikiletmeden alınan şeylerdi. Bu isteklerimin arasında o zamanlar çok meşhur olan; ama herkesin evine girmeyen bir makinayı daha ister oldum: Fotoğraf makinası. “İşte orada dur,” dedi babam. Orada durdum.

Babamın çalışmak için Libya’ya gidişini hatırlamıyorum da dönüşte boynunda asılı fotoğraf makinasıyla geldiğini bugün gibi hatırlıyorum. Bugünkü emsalleriyle kıyasladığımızda oldukça hantal bir makinaydı. Bisiklet lambası büyüklüğünde yatay dörtgen bir flaşı vardı. Fotoğraf çekmek istediğimizde onu sola doğru kaydırıyorduk. Makinanın içinde bir de şarjör vardı. Her fotoğraf çektiğimizde, altından taze yumurta misali çekip alırdık bu şarjör kutusundan. Bir yüzü siyah, bir yüzü beyazdı. Biraz salladığımızda beyaz yüzü birden canlanır, biraz önce çektiğimiz kare, gözümüzün önünde belirirdi. 

En sevdiğim oyuncağım olmuştu; ama babamın kontrolünde. Sadece akşamları inceleyebiliyordum. Hafta sonları da bol bol fotoğraf çektirerek ebediyete intikal etmiş akrabalarımızı ölümsüzleştirmişti bu makina. Ne çok anı bıraktı geride. Yadigâr amcamın yeşillerle bezeli bahçesinde çekilmiş toplu aile fotoğraflarımıza bakıp bakıp şu anda bile iç geçiririm. O zamanların ailesi şimdikilerdeki gibi göt kadar değildi affedersiniz. Anne, baba ve bir çocuktan oluşmazdı. Amcalar, büyük amcalar, yengeler, büyük yengeler, kuzenler, büyük kuzenler… Buradaki büyükten kastımız bir kuşak önceki döneme denk gelen amcalar, yengeler ve kuzenlerdi. Şimdi o fotoğraflara baktığımızda insan kendini tanımakta zorluk çekiyor. Ne kadar değişmiştik ne kadar kayıp vermiştik… Zaman makinamız yoktu; ama fotoğraf makinamız vardı. 

Babamın, fabrikada mesaiye kaldığı bir cumartesi günü annemden zorla aldığım izinle salonda fotoğraf makinasıyla oynuyordum. Kapı çaldı. Çaldı derken tekmelendi. Böylece kimin olduğunu daha bakmadan anlamış oldum. Coşkun gelmişti. Arkadaşım. Benden bir şey istiyordu. Anneme çaktırmadan, bahçenin tenha kısmında derdini anlatmaya başladı. 

“Çavuşoğlu şampiyon oldu oğlum. Kaptan Kahvesi’nde kutlama var. Bu anı ölümsüzleştirmek istiyorlar. Fotoğraf makinası aradıklarını duydum. Sen çeksene.” 

“Olmaz. Babam izin vermez.” dedim. 

“Niyeymiş lan? Bi’ düşünsene, havan olacak mahallede.” 

“Olmaz dedik ya oğlum. Babam duyarsa kemiklerimi kırar.” 

“Sen de amma korkakmışsın.” diyerek hızlıca olay yerine intikal etti. 

Annem içeride çamaşırları yıkıyordu. Tuvaletim gelmişti; ama o çıkmadan ben içeri giremiyordum. Tuvalet küçük olduğu için kapısı açık bir şekilde, sırtını dışarı vermiş, iskemleye çökmüş, çamaşırları çitiliyordu. En kızdığı şey de o çamaşırları yıkarken bizim kakamızın gelmesiydi. Çiş neyse de kaka yapmak daha uzun sürdüğü için annem daha bir sinirleniyordu. Çünkü yapacak daha pek çok işi oluyordu.

Tuvaletteyken Kaptan Kahvesi’ndeki kutlamayı düşündüm. Biraz cesaretim olsa, gizlice anahtarı alıp araba kaçırır gibi fotoğraf makinasını kapıp kahvenin yolunu tutardım. Annemin işi oldukça uzun sürecekti. Cesaretimi topladım ve bir hışımla makinayı alıp koşa koşa Kaptan Kahvesi’ne gittim. Gobel Amca, Çarli Abi, Kürt Celal, Deli İbo, Kasap Fikret, Bakkal Ekrem, Berber Mahit ve mahallenin bıyığı yeni yeni terlemiş abileri, kahvenin girişinde bağıra çağıra şarkı söylüyorlardı. Fonda Çavuşoğlu Spor’un bayrağı asılıydı. En önde beyaz pardösülü Gobel Amca’ya fotoğraflarını çekmeye geldiğimi söyledim. Sevinci bir kat daha arttı. Takım kaptanı edasında bütün kalabalığı organize etti ve bu sevince beni de ortak etti. Büyük bir görev üstlenmişçesine bastım deklanşöre. Fotoğrafı makinadan çıkartıp epey bir salladıktan sonra Gobel Amca’ya uzattım. Şöyle gururla baktı fotoğrafa. “Bunu büyütüp kahveye asalım. Fotoğrafın altına da senin adını yazalım şöyle: Erdal,” dedi. “Aferin koçum. Sayende ölümsüzleştirdik bu anı. Bi sarı kola getirin bakayım Erdalıma.” Sarı kola en sevdiğim içecekti ve bitmesin diye minik minik yudumlar alıyordum şişeden. 

Artık mahallede Gobel amcanın en kıyak arkadaşıydım.