İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Bugün günlerden “Bir böcek günü” 

Güz sonu çekilen el ayak henüz geri gelmemiş. Şezlong yerine, palmiye desenli geniş havluyu denizin okşayıp sevdiği, güneşin ilk ısısına emanet ettiği ışıklar saçan sarı-beyaz kuma serip oturuyorum.

Güneş şimdi beni de, omuzlarımdan başlayarak ısıtıyor. Yumuşacık, yakmadan, dağlamadan, taaa hücrelerime kadar gevşeterek. Oyunlar oynuyor, helezonlar yapıyor, kah tık tık vuruyor, kah sıvazlıyor. Keyiften kapalı göz kapaklarımı aralıyorum ne’den sonra… Kumun gökkuşağı ışıltısına göz gezdiriyorum şöyle bir. Öyle gevşemiş ki içim, yok, bakışlarımı yoracak mecali bulmak istemiyorum.

Kumun kıpırtısızlığında sürüyor iç hazzım. 

Derken yemyeşil sedefli yanar döner kabuğuyla kum böceği ağır aheste çıkıveriyor derinliklerden… Dehlizinden önce duyargalarıyla ortalığı kolaçan edip minicik, topluiğne başını uzatmakta sakınca görmüyor. Telaşsız ama aceleyle ilerliyor. Elimdeki çam ibresiyle hemencecik bir çember çiziyorum, genişçe.. “dur” diyorum, “gitme bir yere, kaçma benden”… Göz kamaştıran, adeta kıskandıracak kadar albenili yanar döner, doğanın özene bezene allayıp pulladığı dolgun böcek, önce bir duralıyor. Şaşırıyor, korkuyor, kendini güvencesiz hissediyor belli. İçimde bir büyüklenme, bir böbürlenme, çemberi daha da derinleştiriyorum, gidemesin kalsın…

Bir kolum büküp kendime çektiğim  güneşle cilveleşen dizlerime dolalı, böceğe odaklıyım. Bütün dünyam yeşil mücevher böcek. Ne bir adım ötemdeki şırıl şırıl deniz, ne rüzgarın okşayan esintisi.. varsa yoksa böcek. 

Diyorum ki, senin efendin benim. Sen beni görmüyorsun ama alametim çemberimden, önünde ansızın beliren hendeğinden ölümüne korkuyorsun işte… 

Korkuyor.

Sonra gözlerimi kaldırıp bir an önümde sonsuza doğru uçsuz bucaksız akan denize, ufuktaki görünmezliğe bakıyorum, bakıyorum… Ya ben de bizim çevremizde çember çizip, hendeklerimizi kazan birilerinden korkuyorsam?.. 

Korkuyorum o an.

Hani yolunu şaşırıp da her gördüğü ışığı çağrı sanıp koşturup içerilere dalan, şaşırması orada kalmayıp kat kat katmerlenmekten duvarlara,raflara, kapılara bacalara daha bir pat pat çarpıp dönenip duran kalın kabuklu, pis kokulu böceği farkediyorum ertesi sabah…

Dünkü şahane sedef yeşili böcek aklıma düşüyor hemen.

İşte o böceklerden biri nasıl olduysa yerlere serilmiş kalmış, ömrü yeniden uçup kendi diyarlarına dönmeye yetmemiş anlaşılan. 

Ayakları,bacakları öylece kıvrık, bu aleme elveda deyivermiş. Cevval yaramaz karıncalar bulmuşlar hemencecik ölüsünü…

“Dur sen bekle” deyip, yeşil kalın kabuklu böceği, kafasından boynundan çekiştire çekiştire bir yerlere sürüklemeğe başlamış bile içlerinden biri. 

Karınca işte. İri yarı da olsa ne yazar, bizim buraların en minik yerde yürüyen, uçmak bilmeyen, başka da bedensel becerileri olmayan siyah boğumlu mahlukatından.

Kendinden kat kat büyük yeşil böceği haddine düşmüşcesine götürüyor bile biryerlere.

Şaka değil, kala kala bir kabuk kalıyor geriye.

Duvarlara, lambalara,tasa tabağa pat pat çarpan, pis kokusuyla tiksindiren  kaba saba böcek yok olup gidiyor sonunda.

Düşünüyorum da;

Doğada hergün; bir böcek günü.

Bugün üzeri beyaz desenli kalın bacaklı örümcek günü mesela….

Her an karşıma çıkıp duruyorlar.

Yerde, pencere pervazında, hasır koltukta, kitapların üzerinde…

Yooo, bir şey de yapmıyorlar pek dişe dokunur.

Pıtıdı pıtıdı geziniyorlar, salınıyorlar.

Kimbilir, gece, komşu Işık’ın bacağının arkasını sokup kabartan, Mahir’in de şah damarına yakın boynuna kaşımaktan kan oturtturan onlardan biridir de belki de.

Önceki gün karıncaların aşk-meşk günüydü mesela.

Gözümü açtım, terasta bakınıyorum. Atlı karınca başka bir atlı karıncanın üzerinde.

Denizden geldim, paspasın üstünde yine iş üstünde, başka sevdalı çifte atlı karıncalar.

Terasın kenarındakilere, “ Eeee yeter ama, süpüreyim sizi” dedim, faraşın içindeler ama hiç oralı bile olmuyorlar. Aşkları-meşkleri sarmış bacayı,  çoğalma içgüdüleri gözlerini bürümüş haspaların…

Haaa bir de, iki gecedir hava kararıp da ışıklar yandıktan sonra peydah olan komando üniformalı, müsamere kanatlı kelebek bozması, sinek devi planör böcek var, o’na ne demeli?..

Çıkardığı pat patları ve kulak tırmalayan vınlamaları  gıcık etse de ufacık bez ya da gazeteyle kovalamacasında yelkenleri suya indiriveriyorlar. Kendilerini yere atıp sırtlarının üstünde fırdolayı dönmeleri de bu tabansızlıklarının utancı sanki.

“Bırak canım aptal irileri n’olacak, uğraşmaya değmez böyleleriyle” dedirtiyor, çok bilmiş insan efendilerine.

Bir de tahtaları yiyen meçhul failli yaratıklar….

Kıtır kıtır yiyorlar da un ufak ediyorlar, zaten ahı gitmiş vahı kalmış gıcır gıcır gıcırdayan  merdivenin trabzanını …

Deliklerine ben de doğa sevgimi bir kenara bırakıp, ‘yerlerse yesinler’ demeyip, ‘bok yesinler’i yapıştırıp püskürtüyorum Raid’in boceksavar’ını.

Amanıııın, nasıl unuturum, çamur getiren sıska, kılçık bozması, arsız arı kılıklıları…Kusura bakmasınlar isimlerini bilmiyorum ama belden aşağıları sarı siyah çizgileriyle en-konu arı replikaları.

Ağızları hep toprak yüklü. Dağın taşın hafriyatını yapıp yaşadığımız yerlere taşıyorlar beton karan kamyonlar gibi avurtlarına zulaladıkları toprakları tükürükleriyle çamura dönüştürüp inşaatlarını yapıyorlar.

Gecekondu gibi ansızın dolap içlerine, konsol kenarlarına, hatta hatta askıya asılı giyisi ceplerine malikanelerini kurup içine bebeklerinin yumurtalarını bırakıveriyorlar.

Şimdi, çamur içinde kalan dolap raflarını ilaçlayıp, kulllanıp kullanıp çoktan terk ettikleri gecekondularını unufak edip faraşın içine süpürdüğüm için doğa düşmanı mı oluyorum bilmem ama köklerini kurutmak, üzerlerine ilacı salmak gibi acımasız yöntemler uygulamıyorum. Bunun için içim rahat valla.

Çamurcuları,arılardan ayıran en masum özellik, üzerlerine salladığınız her malzemenin altında kolayca kalıvermeleri..

Çok cevval  değiller ve kaçma kabilyetleri pek fazla yok.

Kıçımıza kadar girip çamurdan ev yapmaları hayli fırsatçı bir tutum. Buna içerliyorum. Etraflarına koskocaman bir çember çiziyorum bu kez ışın kılıcımla. Daireler ışıklanıyor, göz kamaştırıyor, alev alev oluyor, içinden dalga dalga yelesiyle bir Bengal aslanı atlıyor dört başı mamur.

Işıklar sönüyor, ortalık kararıyor. Aslanın başı gözalabilen büyüklüğü tümüyle kaplıyor, ağzı bir uzay aracının kapısı gibi açılıyor. Can yakıcı meşhur ünlemesiyle Metro Golden Mayer yazısı yansıtıcı marifetiyle alta düşüyor. Kötü kalpli “efendi” elinde raid fısfısıyla yutak borusundan aşağılara doğru kayıp yokoluyor.

Gelsin pilanör sinekleri, tırmansın komando kılıklı örümcekler, kırt kırt kemirsin tahta kurtları, tahtına kurulsun sedefli yeşim taşı mücevher kum böceği, aşk sarhoşu atlı karıncalar, yumurtalarını askıdaki giysi ceplerine bırakan çamurcul arıcıllar….

Cümbür cemaat uyanıştalar!