Adam, kızartma makinesinden fırlayan ekmeklerin çıkardığı sesle irkildi. Kafasını kaldırıp kadına baktı. Kahvaltı henüz hazır değildi; gazetesini okumaya devam etti.
Kadın dolaptan çıkardığı peynir ve tereyağını masanın üzerine yerleştirdi. İki domatesi doğradı, alışılmışın aksine kabuklarını soymadı. Ekmekleri ve zeytinlerin olduğu tabağı masaya koydu.
“Çayları doldurmaya ne dersin?” diye adama seslendi. “Yumurtalar da hazır.”
Gazeteyi koltuğun yanındaki sehpaya bırakan adam, telaşla yerinden kalktı. Cep telefonuna göz attı, birkaç mesajı silip cebine koydu.
“Telefonuna bakmanın sırası mı şimdi?”
“O kadar reklam mesajı geliyor ki… Hesapça yasaklanmışlardı… Pil ömrünü zayıflatıyormuş sık sık silin diyorlar.”
“Kim diyor?”
İki çay bardağı ocağın yanında duruyordu. Kendine açık, karısına koyu demli bir çay koydu. Her zamanki gibi pencereye yakın sandalyeye oturdu. Kadın haşladığı yumurtaları masanın üzerine bırakarak adamın karşısındaki sandalyeye geçti.
“Yumurtaları sen soy lütfen.”
Adamın yumurtalardan birini eline almasıyla masaya bırakıp parmaklarını üflemeye başlaması bir oldu.
“Of çok sıcakmış, elim yandı! Hadi her zamanki gibi soymadın, soğuk suya da mı tutmadın bunları?”
“Farkında değilim… Dün akşam kaçta geldin? Duymamışım.”
“Uçak biraz rötar yaptı, gece saat iki gibi indi, benim gelmem üçü buldu. Uyuyordun, seni uyandırmak istemedim.”
“Uyandırmamak için bir süredir dikkatlisin zaten…”
“Ne demek bu şimdi?”
“Hiç, öylesine söyledim, eskiden bu kadar hassas değildin, geldiğinde öperdin.”
“Uykun kaçsın istemedim.”
“Ne kadar düşüncelisin, teşekkür ederim…”
Masada kısa bir sessizlik oldu. On beş yılda evliliğin bir mayın tarlası, sözcüklerin gömülü, patlamaya hazır mayınlar gibi olduğunu, mayın tarlasında yürürken herhangi bir uzuv, hatta –Allah korusun– can kaybı olmaması için bu teşekkürün kurcalanmadan üstünden dikkatlice atlanması gerektiğini ikisi de öğrenmişti. Bu yoldan çıkmak, başka yöne sapmak gerekiyordu. Biraz daha güvenli bir bölgeye…
Adam kadına o yokken neler yaptığını sordu. Aslında kadının rutin hayatında anlatacak çok da bir şey yoktu.
Sabah çocuğu okula bırakıp işe gitmiş, akşam da iş çıkışı okuldan alıp eve dönmüştü. Ardından yemek pişirip çocuğun derslerine yardım etmiş, onu yatırdıktan sonra kalan azıcık zamanda da televizyonda birkaç diziye göz atıp uyumuştu.
“Annem rahatsız olmasaydı, kızı ona bırakıp ben de gelmek isterdim seninle. İşten izin alıp İstanbul’da bir şeyler yapardık. Bana da değişiklik olurdu.”
“Yorucu olurdu senin için, sabah o kadar erken çıkıp akşam geç saatte dönmek.”
“Neden yorucu olsun ki? Burada da yan gelip yatmadım sonuçta!”
“Evet ama sıkılırdın öyle tek başına. Ben bütün gün toplantıdaydım, hava da soğuktu zaten, dışarda gezilecek gibi değildi.”
“Yine de akşam en son uçakla dönmeyi tercih etmişsin?”
“Toplantıdan sonra ofise yakın bir yerde yemek ısmarladılar, misafirperverlik yapıyorlar işte, anlarsın.”
“Evet anlarım, düşünceli müşteriler… Çay ister misin?”
“Evet lütfen.”
Kadın ayağa kalkıp kısık ateşte yavaş yavaş kaynayan çayın yanına gitti, bardakları doldurdu, ikisinin de demi boldu. Masaya döndüğünde bir süre konuşmadan yemeğe devam ettiler. Sessizliği cep telefonuna gelen mesaj uyarısı bozdu. Adam telefonu cebinden çıkarıp sesini kıstı.
“Bakmayacak mısın?”
“Bugün cumartesi, işle ilgili mesajlara bakmak istemiyorum.”
“İşle ilgili olduğu ne malum?”
“Başka ne olabilir ki?”
“Bilmem, bir sürü şey olabilir, annenler, arkadaşların… Ne bileyim işte…”
“Onlar acil ve önemli bir şey olsa ararlar zaten.”
“Herkesin acili ve önemlisi farklıdır tabii…”
Dikkat mayın tarlası…
“Sana getirdiğim paketi açtın mı?”
Sabah uyanır uyanmaz paketi görüp açmıştı kadın. İstanbul lale motifleriyle bezeli, mavili kırmızılı şık bir kutunun içinde sıralı badem ezmeleri vardı. Kutunun köşesinde “Memories from Istanbul, where two continents meet…” yazıyordu. Kutuyu mutfak tezgâhının üzerine bırakmıştı.
“Evet, teşekkür ederim. Bir an düşündüm, acaba nereden aklına geldi bunu almak diye? İstanbul’dan dönerken, havaalanındaki bütün mağazalarda bu kutuları görürdüm. Bunları uçağa binmeden son dakika kimler alıyor diye hep merak etmişimdir, demek alıcıları varmış…
“Seversin diye düşündüm.”
“Severim tabii, severim çikolatayı sevdiğim gibi…”