Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Biz dağ köylüsüyüz. Burada haneler uzaktır birbirine. Düzlük yer bulan oracığa yapmıştır evini. Ağzımız sıkıdır, yüreğimiz yüklü. Konuşacak kimsemiz yoktur. Kendi kendimize söylenip dururuz.

Erik ağacının altına oturdum. Şükrü’nün yaptığı eski kerevetin üstüne. Baktım bizim fakir ağacı pıtrak gibi dolmuş, dalları taşımaktan eğilmiş olgun yemişi, zamanı gelmiş de geçiyor. Ben her yıl erik pestili yaparım, bütün kış yesek de tükenmez. Hemen uşaklara seslendim.

“Hele gelin len, indirin yemişleri!”

İkisinden de ses yok. Kim bilir neredeler? Nasılsa sonunda gelip yaparlar her dediğimi, hayırlı evlattır onlar. Kasaba yolunda bir dut vardır. Yaygı sereriz altına, iki üç günde bir gidip toplarız. Dut pestili de pek tatlı olur. Belki oradadırlar, belki de karşı köye ceviz toplamaya gitmişlerdir. Cevizdendir onların bütün gücü, başka neden olacak… Dut pestiline, erik pestiline dolayıp yerler bütün kış.

Bu kerevete oturup uzaklara bakmayı pek severim. Karşıki dağlar, yaylalar, damı kırmızı evler, ağaçlar, ta uzak köylerin minareleri hep görünür buradan. Bazen de bulut çöker dağdan aşağı, sanırsın altı boşluk ama ben bilirim yerli yerindedir her biri.

Bizimkiler göçebeydi. Şükrü bana talip olunca, babam baktı gönlüm var beni everip gittiler. Nasıl gönlüm olmasın, dağ gibi delikanlı, elleri ayakları kocaman ama bir gülüşü, bir bakışı var sanırsınız yeni doğmuş bebe. Gözlerini diktiydi gözlerime bir daha ayırmadıydı. Böylece bu eve gelin geldiydim.

Şükrü’nün babası yaptırmış burayı, iş bilir bir ustaya. Taşları öyle bir dizmiş ki ne sıcak girer içeri ne de soğuk. Bir ocağımız vardır o bizi ısıtır, aşımızı kaynatır.

“Dünya yıkılsa bura yıkılmaz” demişti Şükrü’nün babası. “Hiç korkun olmasın zelzeleden, fırtınadan. İki göz odadır ama kavidir, usta sırtını kayaya vermiştir bilerek.”

Sonraları kaynanam dertlenmişti. “Kız Sultan neden sizin bir bebeniz olmaz?” diye soruvermişti. Ben nereden bileyim, utanıp önüme bakmıştım. O da bizi kasabadaki doktora yollamıştı. 

Doktor “Şükrü’nün canlı tohumu az, çok denerseniz olur,” dediydi. 

Şükrü’nün kaşları çatıldıydı “Allah’ın işi işte!” dediydi de başka bir söz etmediydi. Eve gelip anlatınca kaynanam gülüverdiydi. “E deneyin o zaman işiniz ne?” dediydi.

Gençtik, denedik denedik oldu sonunda. O yıllarda Şükrü mevsimlik işçi olarak çalışırdı. Ben de onunla giderdim neresi olursa. Yeni doğan bebemizi de alıp düştüm adamımın peşine. Hem ona yardım ediyor hem de bebemi emziriyordum. Günün birinde tarlada yeni doğmuş bir yavru bulunmuş, kimin doğurduğu hiç açığa çıkmamış. Şükrü de alıp bana getirdiydi, “Allah’ın işi işte!” dediydi “Emziriver buncağızı da sevaptır.” Arayanı soranı olmayınca adını Samet koyduk. Yaşar’a kardeş bildik, hiç ayırmadık birini ötekinden. Koynumuzda büyüttük. Hangisini doğurdum, hangisini emzirdim şimdi sorsan bilemem ama bilirim emzirmekle de ana olunur.

Günler geçip giderken Şükrü’nün anasıyla babasını taktı peşine, bizim gençliğimizi de sürükledi götürdü. Uşaklar büyüdü boy attı gözümüzün önünde. Samet iriyarıdır aynı babası gibi, Yaşar ise ufak tefek cılızdır bana benzer. Okulda peşinden seslenirlermiş, “Kız Yaşar, kız Yaşar,” diyerekten. Samet kovalarmış onları. Kardeşine laf atanı bir yumrukla yere serermiş. O hep korur kardeşini. Biz ocaklı odada uyuruz, onlar yandaki küçük odada. İki döşeğimizin biri onlarındır biri bizim. Şükrü’yle ben hemen uyuruz. Uşakların bütün gece çenesi durmaz. Konuşur, fıkırdaşır onlar. Ayak yoluna giderken duyarım şakımalarını da “Uyuyun len, babanız uyanırsa yapacağını bilir!” diye az korkuturdum ama hiç aldırmazlar. Evimiz de bizdendir. Hem evimizi hem birbirimizi pek severiz. Kış bastırmadan ben bahçeyi çapalarım, lahana, turp, soğan, patates ekerim. Neyimize yetmez, artanıyla da turşu kurarım. Şükrü sepet örer ocağın başında. Uşaklar okuldan gelincesiye tarhana hazır olur hep birlikte yeriz.

Birkaç keçimiz, birkaç tavuğumuz vardır. Uşaklar okulu pek sevmez, kümesi onaralım, ahırı onaralım diye Şükrü’yü kandırmaya uğraşırlar ama o “Okula gidilecek!”  der de başka laf etmez. 

Uşaklar dağlara tırmanmayı pek sever. Dağımızda mağaralar vardır. Hafta sonları “Ana yanımıza azık aldık, meraklanma bu gece gelmeyiz,” derler. Gece mağarada uyurlar. Ertesi gün onlar gelesiye gözlerimizi dağ yolundan ayırmayız. Ne zaman ki, ta uzaktan görürüz itişe kakışa geldiklerini “Oh” deriz, şöyle rahat bir soluklanırız. Bir yanı uçurumdur mağaranın, tehlikelidir.

Gençlikte bizim de gitmişliğimiz vardır mağaraya. Şükrü’yle koyun koyuna yatardık mum alevinde. Hoşumuza giderdi. Oralar korkunçtur ama güzeldir. Garip sesler uğultular gelir derinlerden. Yarasalar dolanır içinde. Ama artık gidecek mecal kalmadı. Şükrü’nün de bacakları ağrır aynı benim gibi. 

Akşam serinliği bacaklarıma hiç iyi gelmez, dizlerimde sızı başlar o saat.

Eve girdim, baktım Şükrü uyuya kalmış, ördüğü sepet kucağında. Dürttüm onu “Uşaklar hâlâ gelmedi,” dedim. Hiç cevap vermedi, ağzında lafı geveledi, ben de üstelemedim, varsın uyusun dedim. Sabahtan kalan çökelekten yedim biraz, ocağa iki odun attım, uşaklar dönünce üşümesinler diye. Sepeti kaldırıp kenara koydum, adamımın yanına kıvrılıp yattım uyudum.

Sabah olup da uşakların gelmediğini fark edince ikimiz de telaşlandık. Şükrü keçilerin yanına koştu ben tepeden aşağı seslendim. Cevap veren yok. Baktım Şükrü gocuğunu giyiyor “İyi edersin” dedim “Git hele, sor soruştur bir bilen gören olmuş mu?” Fırladı çıktı evden, hızlı hızlı indi dağ yolundan aşağı. Peşinden baktım öylece. Akşam olmak bilmedi. Hep seslendim, bir aşağı doğru, bir yukarı doğru. “Yaşar, Samet!” Cevap veren olmadı. Ocağı yakıp da üstüne bir tas tarhana koyamadım. Elim ayağım tutmaz oldu. Kıvrıldım yatağın içine Şükrü gelesiye kıpırdamadan yattım. Geldiğinde fırladım kalktım. Gelen sanki o değildi. Suratı kara, sırtı kambur, dizleri bükülmüş bir adamdı. Sabahtan bu yana yıllar geçmiş, yaşına yaş katılmış gibiydi. Yüzüme bakmıyor, duvarlara bakıyordu. Yakasından tutup sarstım, “Anlat!” dedim. Dili tutulmuştu sanki, konuşamadı ilkten. Koştum bir bardak su getirip içirdim, yine haykırdım “Anlat!” diye. İskemleye çöküp kaldı öylece. Zor soluk alıyordu. “Otobüs,” dedi. O zaman ben de çöktüm yanına. Gecenin bir yarısında beni tartaklayıp kaldırdı. Meğer ikimizin de içi geçmiş. “Sultan uyan!” dedi. “Samet bir kızla kaçmış, kızın adı Ayşecan’mış. Görüşüyorlarmış. Kasabada biliniyormuş. Otogara gittiğimde muavin görmüş. Yaşar onları geçirmiş ama o binmemiş otobüse, geri dönmüş.”

“Şimdi nerede? Neden eve gelmez?”

“Ne bileyim? Allah’ın işi işte.”

“Belki de kızarız diye kokudan gelmiyordur. Belki de mağaraya gitmiştir bir başına, ya soğuktan donarsa…”

“Gün ağarsın hele, jandarmaya giderim.”

“Git, git de arasınlar bulsunlar.”

İki gün aradı jandarma Yaşar’ı. Sonunda Samet’le kaldıkları mağaranın yanındaki uçurumda bulundu. Karların arasında kara bir gocuk görünmüş. O zaman anlamış çavuş. Melek yüzü gibi solmuştu yavrumun yüzü bize getirdiklerinde. Bize nasıl anlatsın? Kardeşinin hasretine nasıl dayansın? Salıvermiş cılız bedenini yârdan aşağı, dertleri ağır çekmiş, gömülmüş karın altına.

Şükrü hiç konuşmadı o günden sona. O günden sonra bir daha yakamadık ocağı. Bana ocağın içindeki incir fidanını gösterdi. Suladık her gün. Daha Yaşar’ın kırkı çıkmadan kocaman ağaç oldu. Dalları çatıya dayandı. Ertesi gün çatıyı delip göklere yükseldi. Evimize karlar yağmaya başladı. Döşeğe yatıp ne bulduysak örttük üstümüze de gene ısınamadık. Şükrü bir ara gidip tavuklara ve keçilere bol bol yem verdi sonra kümesin ve ahırın kapılarını açıp öylece bıraktı. Bir baktım eski mangalı çıkarmış yüklükten içinde kömür yakıyor. Hiç ses etmedim. Mangalı getirip yatağımızın yanına bıraktı.

“Allah’ın işi işte!” dedim ona.

Bana gülümsedi, döşeğe uzanıp örtülerin altına girdi. Sımsıkı sarıldık birbirimize ve pek derin bir uykuya daldık.

                                                                                     *****