Dışarıdan bakıldığında harap bir eve gireceğiniz izlenimi veren, iki insan yüksekliğindeki dev demir kapı açıldığında, çölün ortasında bir vahaya gelmiş gibi oluyor insan. Şaşırtıcı! Savaşın izlerinin hâlâ çok taze olduğu bir şehirde kimin aklına gelir ki o kapının, üç yanı odalarla çevrili koskocaman bir avluya açılacağı!
Vaha demem boşuna değil…
Yüksek sayılabilecek duvarların arasına gizlenen bu avluya adım atar atmaz, viran hâldeki şehrin insanın omzuna bindirdiği ağır yük, bir an için hafifleyecekmiş havası estiriyor. Eşiği geçer geçmez geride kalıyor varil bombalarının izlerini taşıyan, çoğu yıkık dökük binalar. Ayakta kalanlar da zaten tanıklıklarını anlatmak istercesine dikiliyor karşınıza simsiyah dış cepheleriyle, hani dili olsa konuşacak… İşte o binalara, içine gizlendiği kente, unutulası yaşanmışlıkların gölgelediği mahalleye sırt çevirmişçesine set çeken duvarın arkasına gizlenmiş bir ev bu. Hatta çiçeklerle bezeli birkaç ağaç bile var, tam ortasında mini bir süs havuzu olan avluda. Fantastik bir filmin içinde gibi hissediyor insan kendini. Eşikten adım atar atmaz, öteki hayat geride kalıyor ve aile izin vermediği sürece kimsenin giremeyeceği hissi veren bir başka hayata geçiliyor. Sahici gibi görünse de burada soluk alıp veren herkes, avludaki suni vahanın illüzyondan ibaret olduğunun farkında. Biliyorlar ki korunaklı görünen duvarlar, savaşın acımasız yüzü karşısında kâğıt kadar incelebiliyor. Zaten dayanıklı olsaydı, ölüm kara bir bulut gibi çöker miydi Halep’in üstüne?
Evet, bu fantastik hikâyenin geçtiği yer, Suriye’nin savaştan en çok etkilenen kenti Halep. 2011’de başlayan ayaklanmada, Esad yönetimi müzakere masası kurmak yerine silahlara sarılınca, 2012 yılından itibaren Halep’te bombalar patlamaya, peş peşe ölüm haberleri gelmeye başladı. İşte o tarihten, HTŞ’nin İdlip’ten yola çıkıp başkent Şam’a ilerleyerek ülke yönetimini ele geçirdiği 7 Aralık 2024’e kadar savaş alanına dönen, eşi benzeri olmayan o kentin ara sokaklarında, sıradan bir ev anlattığım.
Sevdiklerinden ayrı düşen kadınlar yaşıyor bu evlerde. Savaşın tüm hoyratlığına rağmen evini yurdunu terk etmeyen, geride kalanlara kol kanat germek için çırpınan kadınlar yaşıyor. Dokunamayacakları kadar uzağa giden ve bir mezar taşı bile olmayan yakınlarına ah edip geride kalanları kendi elleriyle dokunamayacakları kadar uzağa, başka memleketlere göndermek zorunda kalarak vahlanan kadınlar…
Her yerdeler… Bugün artık yalnızlaşan, insansız kalan evlerde de vardı o kadınlar.
Bombardıman sesi yaklaştıkça yürekleri hoplayan, sonradan ah etmemek umuduyla, Halep henüz harap olmadan vahlanan kadınlar yaşıyordu o evlerde de. Kimi kalmayı seçen, kimi çaresiz bir teslimiyete mahkûm olan, kimi de çoluk çocuğu ölümcül bombalardan korumak için tası tarağı toplayarak başka memleketlerin yolunu tutan kadınlar… Çoğunun geride bıraktığı evlerini çevreleyen duvarlar çoktan yıkıldı, yıkılmayanlar ise artık yaşanacak hâlde değil bu topraklarda. Gidenler de kalanlar da cenazelerine bile katılamadan vedalaştılar en yakınlarıyla.
Biri Halep’te, diğeri Türkiye’nin büyücek bir kentinde yaşayan iki kadının savaşı var bu öyküde. Aynı vatanı paylaşan; biri yüreğine taş basarak kalan, diğeri ise yüreğini bırakıp sırf Müslüman diye dilini, örfünü, adetini bilmediği ülkelere savrulan iki yürekli kadının öyküsü…
Halep’teki kadın anlatıyor.
Uçak sesi duymak en büyük kâbusu bu evi her şeye rağmen “yuva” yapmak için çabalayan kadının.
Avludaki rengârenk çiçekleri, bir köşede her şeye inat büyümeyi başaran ağacı, taş duvarı bütünüyle sarıp sarmalayan sarmaşığı eken de oydu, mahallenin tüm genç kadınlarına kol kanat geren de. Kapısı açık bir odadan avluda oturan yabancıları, yani bizleri görmek için kafasını uzatıp göz göze gelince de bakışlarını kaçıran engelli delikanlı mıydı onu burada tutan? Yoksa sırf hayatta kalsınlar diye kendi elleriyle uzak diyarlara göndermek zorunda kaldığı üç evladı bir gün dönerse diye sönmesin mi istedi baba ocağı?
Söndürmemiş de gerçekten. Gözü gibi bakmış evine, hem de öyle bakmış ki, aklınıza bile gelmez bombardımana tutulmuş bir kentte böyle evlerin olabileceği ihtimali. Oysa elektrik bile yok yaşadığı şehirde. Karanlıkta kalmamak, telefonlarını ve geceleri aydınlatmada kullandıkları bataryalarını şarj etmek, hatta banyo yapabilmek için bile altı saatte bir gelen elektriğin yolunu gözlüyorlar ailece. O keyif de kısa sürüyor. Yarım saat sonra yine kesiliyor elektrik. Ama ne gam! O yine de cennetten bir köşe yapmayı becermiş yokluğun orta yerine.
Yokluk evet! Çünkü kentin çeperinden başlayarak merkeze doğru ilerledikçe, sağlı sollu yerle bir edilmiş mahalleler, en az gizli bir vahayı andıran bu saklı ev kadar gerçek. Bir zamanlar çok görkemli olduğu anlaşılan ama bugün mecalsiz bir hasta gibi ayakta durmakta güçlük çektiği izlenimi veren apartmanların, yerle bir olanlardan tek farkı, tepesine hasbelkader bomba isabet etmemiş olması.
Yaşadıkları binalara bomba düşmemişse de görmüşler, görmedilerse de az sonra bomba atacak uçağı artık sesinden tanır olmuşlar. İlk bakışta “Neyse ki bu evler kurtulmuş” diye düşünüyor, içinde yaşayanların bombalardan, silahlardan, o silahların tetiğine basarak dehşet saçanların gazabından sağ salim kurtulduğu hissine kapılıyor insan. Ama çok sürmüyor o his, tez zamanda fark ediliyor duvarların yola bakan cephelerindeki mermi izleri ve ardında en ufak bir yaşam belirtisinin olmadığı… İnsansız bu binaların çoğu. Duvarların ardı ıssız; kimse yaşamıyor, yaşıyorsa da nabızları atmıyor sanki!
Nabız atmayan evlerdekiler ya artık hayatta değiller ya da çoktan evlerini terk edip tanımadıkları, kültürünü bilmedikleri ülkelere savruldular. Bomba seslerinin Halep’e yaklaştığı günlerde boşalttılar evlerini kimileri. Tıpkı yüreğini vatanında bırakıp ailesiyle birlikte önce Mısır, sonra da Türkiye’ye kaçan kadın gibi.
Mimar bu kadın, öğretim üyesi bir mimar… Avukat eşinin hukuk bürosu varmış 12-13 yıl öncesine kadar. Hâli vakti yerindeymiş ailenin. Gözünün içine baktığı biri kız, üç çocuğu var. Ne yaptılarsa, onlara hak ettikleri bir gelecek inşa etmek için yaptıkları o kadar belli ki! Nereden bilsin o günlerde bombaların sadece evleri değil, yaşadıkları hayatı da darma duman edeceğini. Nerden bileceklerdi uzakta patlasa bile bir bombanın yaşamın orta yerine düşerek ölmekten beter edebileceğini. Bilememişler zaten, “Nasılsa biter, o zaman döneriz” diyerek, anneleri, babaları ve kardeşleriyle birlikte bavullarını toplayıp yükte hafif, pahada ağır ne varsa yanlarına alıp cümbür cemaat Mısır’ın yolunu tuttular. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Arapça konuşulduğu için uyum sorunu yaşamayacaklarını düşündükleri Mısır’da da güvende hissetmediler, yine de “geçer” deyip beklediler; bir ay, üç ay, beş ay derken, bir yıl geçmesine rağmen susmadı silahlar. Baktılar ki daha da devam edecek bu illet, bu kez hem güvenli bir ortam hem iş bulma umuduyla ailenin diğer üyeleriyle yollarını ayırıp yeniden kaptılar bavulu ve düştüler yola. Türkiye’ye geldiler. Öyle ya, karı koca ikisi de meslek sahibiydi, ikisi de kalifiye elemanlardı, daha ne olsun?
Üstelik Suriyeli sığınmacılara iyi davranıldığını önceden öğrendikleri şehirde iş güç sahibi olacakları zamana dek idare edecek kadar para da almışlardı yanlarına.
Ama ne yaptılarsa istedikleri düzeni kurmayı başaramadılar. Hayat bir daha eskisi gibi olmadı onlar için. Ne dil biliyorlardı ne de Suriye’de refah bir hayat sürmelerini sağlayan diplomalarının Türkiye’de bir karşılığı vardı.
Kocası avukattı ama Suriye’de şeriat hukuku eğitimi almıştı.
Kendisi hem öğretim üyesi hem mimardı ama diplomasının Türkiye’de denkliği yoktu.
Hem olsa da ikisi de Türkçe bilmiyordu ki! Dertlerini kimseye anlatamadı, ne onlar ne de sudan çıkmış balığa dönen çocukları. Vasıfsız eleman muamelesi gördükleri kentte, hayatın kilometre taşı sıfırlanmıştı. Yine de çabaladılar… Çocukların okula uyum sağlaması daha kolay olsa da kenarda kıyıda kalan bir apartmanın giriş katında bir eve yerleştiler önce. Sağdan soldan gelen yardımlarla döşedikleri evde, ellerinde kalan birikim tükenmeye yüz tutana kadar kıt kanaat geçindiler. Ama suyun dibi görününce aileyi aldı bir telaş.
Öğretim üyesi olan mimar anne “Ne yapsam, evlere temizliğe mi gitsem?” diye kara kara düşünürken, sahip olduğu hukuk bürosunu öylece geride bırakan eşi de ayakkabı boyacılığı yapıp yapamayacağının hesabını yapar hâle geldi. Sıkı sıkıya bağlı olduğu ailenin her ferdi başka bir yere dağıldı. Sonradan Şam’a dönen anne ve babası çok dayanamadı evlat hasretine. Bir kez bile gidemediler Şam’daki mezarlığa. Nasıl gitsinler? Kor düştü yüreklerine, her biri ayrı bir ülkeye savrulan kardeşlerin. Sınırı bir kez geçerlerse dönemezler bir daha.
Oysa geride bıraktıkları kent, 2012 yılına kadar, ticarette İstanbul’la aşık atacak kadar iddialıydı. Dünya Miras Listesi’ne adını yazdırmış bir kentte Arap’ıyla, Türkmen’i, Asuri’si, Ermeni’si, Kürt’ü, Çerkez’i, Alevi’si, Dürzi’siyle el ele bir hayat sürdürüyorlardı. Ne olduysa Arap Baharı’nın etkisiyle iktidar karşıtı protestoların başlamasıyla oldu. Protestolar çatışmaya, çatışmalar katliamlara dönüştü ve Halep, kendini yıkıcı bir savaşın göbeğinde buldu. Uluslararası insani kuruluşların tahminlerine göre sadece Halep’te yaşanan can kaybı bile 13.500… Binlercesi aralarında Türkiye’nin de olduğu farklı ülkelere kaçtı, kaçamayanlar kendilerini cehennemin ortasında buldu.
Kent halkı, Suriye ordusu ile cihatçı grupların arasına sıkıştı, çoğu canından oldu. Bir yanda istihbarat birimleriyle, bombalarıyla, hapishaneleriyle Esad rejimi, diğer tarafta kendilerine ait olmadıkları şeriat rejimini silah zoruyla dayatan, kadınlar ve çocukların yaşamını kâbusa çeviren, kural sınır tanımayan El Kaide’nin Suriye kolu Şam’ın Fethi Cephesi (eski adıyla El Nusra Cephesi), Ahrar’uş Şam, İslam Ordusu, Nurettin Zengi Tugayları ve ÖSO…
“İki ateş arasında soluksuz kaldılar”
Savaş cephede değil Halep’in merkezindeydi, kent cepheye dönüştü o günlerde. Cephenin sınırını çizen merkezdeki Meysun Mahallesi… Bugün bile içinden geçerken ürküten mahalleyi ortadan ikiye bölen caddenin iki yanında sıra sıra dizili tarihi yapılar, yaşananları kayıt altına almış bir savaş abidesi gibi. Savaşın bir kokusu varsa eğer, bu sokakta var o koku. Bombalar atılmış, yangınlar çıkmış ve artık içinde kimsenin yaşamadığı taş yapıların yüzeyi is kaplı. Sokağın bir yanında Esad’ın ordusu varmış HTŞ gelene dek, diğer yanında cihatçı gruplar.
Halep’in cihatçı grupların ele geçirdiği bölümünde kalanlar için de, Esad Ordusu’nun kontrolü altındaki mahallelerde kalanlar için de işkenceye dönmüş hayat… Bir tarafta rejim için çalışan istihbarat gruplarının “gözünün üzerinde kaşın var” diyerek aralarında kol gezmesi nedeniyle sokağa bile çıkamaz hâle gelenler; diğer tarafta özellikle kadın ve çocuklara hayatı zindan eden cihatçı grupların sözünden çık-a-mayanlar. Geldiklerinde ilk işleri Hristiyan kadınlara ve kız çocuklarına başını kapatma zorunluluğu getirmek olmuş. Evlerden çıkamaz hâle gelmiş insanlar. Gündelik hayatı yaşanır kılan etkinliklerin tamamı son bulmuş, çaresizlik kol gezmiş sokaklarda.
Ne çatışmaların sonu gelmiş ne kentin kâbusu haline gelen uçaklardan atılan varil bombalarının… Halep’te kalanlar için bir imtihana dönüşmüş yaşam.
Yerdeki ıslaklıktan az önce yıkandığı belli olan, ortasındaki süs havuzunu çevreleyen rengârenk çiçeklerle bezeli taş avluya girişte kederini yüzündeki zoraki tebessümün arkasına gizleyen kadın, o zor imtihanı verenlerden sadece biri.
Sıkı sıkıya sarıldıktan sonra yüzümü sıvazlıyor eliyle, nereye oturtacağını bilemez hâlde dört dönüyor avlunun içinde, misafir geleceği için en güzel elbisesini geçirmiş sırtına belli, başındaki örtü de öyle… Özene bezene hazırlık yaptığı evin odalarından birine dönüp Arapça seslenerek “sandalye getirin” derkenki sesinden hissediliyor otoriter yapısı. O ev ondan soruluyor belli ki, hemen anlaşılıyor.
Acımasız savaş iklimini soluya soluya güçlenmiş olsa gerek, öyle bir izlenim veriyor.
Din eğitmeni diye tanıtsa da kendini, diğer kadınlarla nasıl dayanışma içinde olduklarını anlatıyor daha çok, verdiği eğitimi değil. Hem de kimse kimsenin dinine, hangi milletten olduğuna bakmıyor, o dayanışma ağının bir parçası olmak için kadın olmaları yetiyor. Hep birlikte ortak düşmanları olarak gördükleri savaşın gazabından korunmaya çalışıyorlar.
Dile kolay, 13 yıl süren bir savaş. Halep’te bombaların patlamaya başlamasının üzerinden koca bir 12 yıl geçmiş. Sığınağı olmuş bu ev, kim bilir içinde kadınların göğsünü siper ettiği daha ne çok sığınak var kentin köşe bucağında. Öyle karmaşık ki duyguları… Henüz altı gün olmuştu bizi misafir ettiğinde. Hala tazeydi sevinci ve kaygıları. Esad ülkesini terk etmiş ama o bugünü gördüğüne hâlâ inanamıyor. Hem seviniyor kurtulduklarına, öte yandan düne kadar kentte estirdiği esaret havasını yaşayan biri olarak gelenlerin şerri de yüreğini hoplatıyor.
İki tarafın da gadrine uğramış çünkü, haksız değil. Gözü gibi baktığı yuvası dağılmış, evlatlarından ayrı düşmüş, yakınları işkenceyle öldürülmüş, hâlâ haber alamadığı kayıpları var, bomba seslerini duymadığı her güne şükreder hâlde… Her şeyi anlatmak istiyor, herkes duysun bilsin yaşananları!
Baas rejimi iki yakınını 1982 yılındaki Hama Katliamı sırasında tutuklamış. Bir daha haber alamamış ikisinden de. Öldüler mi kaldılar mı bilmiyor… Baba Hafız Esad döneminde, 1982 yılındaki ayaklanmayı bastırmak üzere düzenlenen Hama saldırısında kentin üçte ikisi yok edilmiş, binlerce kişi öldürülmüş, hükümet güçlerinin buharıyla dakikalar içinde ölümcül etki bırakan hidrojen-siyanür kullandığı öne sürülmüş kentte ama tüm Suriyeliler gibi karşımda oturan bu kadın da sadece Hama’da tutuklandıklarını söylemekle yetiniyor yakınlarının. Bugün bile katliamdan söz etmeden anlatıyor kayıplarını…
Zaten “duvarların kulağı var” diyerek büyütmüş babası, gözlerden ırak sürdürdüğü yaşamı “öteki” dünyadan ayıran kalın duvarlara bile güvenmiyor bu yüzden, “herkes her şeyi duyabilir, komşusu istihbarat birimleri için çalışıyor olabilir” korkusu iliklerine kadar işlemiş. Hayatın kendisine sunduğu son kırıntılar da avucundan kayıp gider endişesiyle başına iş açmayacak cümleler kuruyor sadece.
Öyle ya 16 yaşından bu yana yüzüne, kokusuna hasret kaldığı bir oğlu var çok uzaklarda, ta Türkiye’de. Sadece o da değil, hayat yaşanmaz olunca bağrına taş basıp diğer iki oğlunu da gönderdiğini anlatıyor: “İki lokma ekmek alacak parayı taştan çıkarırlar bir yolunu bulup yaban ellerde ama burada kalsalar canlarından olacaklardı.” Şimdilerde 27 yaşında olan en küçük oğlunun yüzünü tam 11 yıldır görmemiş olsa da yaşadığını biliyor ya, o yetiyor ona. Nasıl gönderebildiğini anlamakta zorlanıyor insan başlangıçta. Öyle ya! 16 yaş, bir çocuk için ailesini savaşın orta yerinde bırakıp de hiç tanımadığı bir ülkenin yolunu tutmak için o kadar küçük bir yaş ki! Zaten gittikten 10 gün sonra gerisin geri dönmüş ana kucağına, yapamamış yaban ellerde… O dönse de annesi dönmemiş kararından. Bağrına taş basıp “Kalsaydı ya Esad rejimi tarafından orduya alınacaktı ya da cihatçı gruplara katılacaktı. İki durumda da ucunda ölüm var” diyerek geldiği gibi geri göndermiş oğlunu. Oysa işleri güçleri yolundaymış iç savaş çıkana dek, taş ocağı işletiyor, hâllice bir hayat sürdürüyorlarmış. Ya şimdi? Felekten çaldıkları her günün yanlarına kâr kaldığı bir hayatın orta yerinde, duvarların arasında kurduğu sahte cennette sevdiklerinden ayrı, bir başına soluk alıp vermekle yetiniyor… Tek umudu evlatlarının kokusunu bir kez daha doyasıya içine çekmek.
“Ne Türkiyeli olabildi ne Halepli kalabildi”
Soluğu önce Mısır, sonra da Türkiye’de alan anne ise onun aksine üç evladı ile birlikte yaşıyor olsa da doğup büyüdüğü toprağın kokusuna, vatanına hasret. Ne Türkiyeli olabildi geldiği yerde ne Halepli kalabildi… Biricik evine hasret yıllardır. Çıkarıp gösteriyor fotoğrafları “Bakın bizim de normal bir evimiz vardı” diyerek. Öyle gerçekten! Koltuğu, masası, perdesi, sağa sola yerleştirilen bibloları, çerçevelenmiş aile fotoğraflarıyla normal bir ev gösterdiği… Gülümseyen pozlar vermişler ailece geçip kameranın karşısına henüz bombalar patlamadan önce. Mutlu mesut bir hayat sürdürdükleri o kadar belli ki, hayal bile edemeyecekleri kadar uzağında oldukları o evde. En küçük oğlu ilkokula Mısır’da, 2. sınıfa Türkiye’de başlamış. Büyük kızı henüz 9. sınıf, ortanca oğlu daha 5. sınıf öğrencisiymiş 11 yıl önce geldiklerinde. Geçen yıllar içinde Türkçeyi de öğrendi. Babasının ölmeden önce sattığı bir araziden payına düşeni gıdım gıdım harcayarak, üç çocuğunu da okutmayı başarmış. Büyük kızı Arkeolog oldu, ortanca oğlu bilgisayar mühendisi. En küçüğü ise gece gündüz demeden çalıştı ve bu yıl yüzde yüz burs alarak ABD’deki bir üniversiteye gitmeye hak kazandı.
“Esad’sız sevinç, HTŞ’li tedirgin bekleyiş”
Biliyor Halep’teki kadın, HTŞ ile hareket eden cihatçı grupları tanıyor… Ne de olsa Halep’in yarısı onların elindeyken, o yaşadı ne yaşadıysa. Liva Tevhit grubuydu biri. Kocasının kardeşini katletmişler, her gün aynı sofraya oturduğu, çocuklarını aynı avluda büyüttüğü adam sırf tütün, nargile satıyor diye öldürülmüş. Önce “satmayacaksın” demişler, o devam etmiş. Bir uyarmış, iki uyarmışlar derken, günün birinde gelip almışlar dükkanından. Aramış taramışlar ama nafile, bulamamışlar. Birkaç gün sonra cesedini bir çöp konteynerinin yanında işkence yapılmış halde bulmuşlar. Sigara söndürülmüş bedeninin her yerinde! Yutkunuyor anlatırken bir sessizlik kaplıyor orta yeri. O sırada elinde kahve tepsisiyle gelen genç kızın arkasından sessizce “bu da onun kızı” diyor derin bir nefes alarak. Sessizliğin nedenini anlatıyor bu cümle, kızı duysun istemiyor anlattıklarını.
İşte o korku yüzünden hop oturup, hop kalkmışlar HTŞ’nin İdlip’ten yola çıktığını öğrendiklerinde. HTŞ’liler ve başındaki Golani’nin, o korunaklı evinin kapısına dayanıp “Halep, 13 gün öncesine kadar Esad’daydı, siz neden gitmediniz, neden burada kaldınız, Esadçı mısınız?” diye hesap soracakları endişesiyle diken üstünde oturmuşlar ilk günlerde; “gelip bizi kesecekler” diye beklemişler bir köşesine sinip evlerinin.
Telefon zinciri oluşturup haberleri dinleyerek adım adım izlemiş, ele geçirdikleri yerleşim birimlerinde ne yaptıklarını öğrenmeye çalışmışlar. Gelmişler sonunda Halep’e. Ele geçirdikten birkaç gün sonra da cami hoparlörlerinden “Size zarar vermeyeceğiz. Güvenliğinizi sağlamak, Esad’dan kurtarmak için geldik” anonsu yapılmış. O zaman az da olsa rahat bir nefes almışlar ama yine de tedirginlikleri dinmemiş.
Golani, Şam’a doğru yola çıktığında bu kez gözlerini önce Hama’ya sonra da Alevi nüfusun yoğun olduğu Humus’a dikmişler. Sürekli haberleri izlemişler. Humus, turnusol kâğıdı gibiymiş onlar için, ya Alevileri katlederlerse? Orada da Halep’te olduğu gibi anonslar yapılıp kimseye zarar verilmeyeceği açıklanınca korku yerini umuda bırakmış. Bu kez Şam’ı da alsınlar diye dua ederken bulmuşlar kendilerini, çok inanmasalar da Esad’ın gideceği ihtimaline bile çok sevinmiş herkes.
Esad arkasına bile bakmadan kaçıp gidince dışarıdan bakıldığında yaşam belirtisi bile göstermeyen bu ev canlanmış aniden… Sevinç gözyaşları dökülmüş, zılgıt sesleri yankılanmış mahallede. “Şükür” demişler, “Şükür, Baas rejiminden de Esad’dan da kurtulduk!”
…
Kilometrelerce ötede, Türkiye’de de aynı sevinç gözyaşları akmış o gün… Çocuklarına sarılarak ağlamış vatan hasreti yüreğini dağlayan anne… Evi sağlam mı acaba? Ya eşinin geride bıraktığı ofis? Dönebilecekler artık ülkelerine, daha ne ister ki?
Türkiye’de geçen 11 yılda tam üç kez girdiği sınavdan, bir kez bile denklik alamadan çıkan, mesleğini icra edemeyen bir kadın daha ne ister ki? Hâlâ kulağında son kez girdiği sınav sonrası kendisine söylenen “ülkene dön, ne diye denklik peşinde koşuyorsun?” sözleri. Ağlayarak ayrıldığını unutamıyor o sınav salonundan. Dört yıldır vatandaşlık listesinde bekliyor olmanın yüreğinde estirdiği karamsarlığa ne demeli?
Mısır’da kaldığı bir yılı da katınca, toplam 12 yıl süren zorunlu tatil bitti mi yani? Ne o inanabiliyor yaşananlara ne de hukukçu eşi.
“Sevincin yerini alan belirsizlik”
İki kadının da çok sürmüyor sevinci. İkisi de tedirgin bir şekilde izliyor ülkesindeki bu radikal değişimi.
Halep’teki kadın başlangıçta kavuşacağına sevindiği çocuklarının dönmesini istediğinden o kadar da emin değil henüz. Döndüklerinde ne yapacak çocuklar, yeni yönetim onlara ne dayatacak? Bilmiyor… Kendisi için de endişeli, ne yapacak, ne yiyip ne içecek, sokağa çıkabilecek mi, çıkarsa başına ne gelecek?
Türkiye’deki kadın da bekleyip görmekten yana, her ne kadar eşi bir yolunu bulup gittiği Halep’teki evlerinin az hasarlı olduğunu söylese de o evin kendisine ne sunacağını bilmiyor? Ofisleri yıkılmış ama hâlâ bir evleri var, bunu biliyor ama bilmediği şu: Halep’e dönerse yeni yönetim bir kadının üniversitede öğretim üyesi olarak çalışmasına izin verecek mi? Ya Türkiye koşullarında büyüttüğü ve bugün artık dört dil bilen kızı? Ona nasıl bir hayat vadedecek yeni yönetim?
İki kadın da bugün takım elbise giyinen Golani’nin daha önce kaç kıyafet değiştirdiğinden haberdar, iki kadın da onun İdlip’ten yola çıktığını ve düne kadar yönettiği İdlip’teki kadınların kamusal hayatta var olamadığını, sokakta yürürken sadece gözlerinin göründüğünü biliyor.
Eski bir El Kaide üyesi olan Golani bir yandan Suriye’de çoğulculuğu teşvik eden bir figür olarak sahnede yerini alırken, ılımlı olma çabasına rağmen demokratik taleplere ne cevap vereceğini anlamak için kadınlara, hemcinslerine bakıyorlar. “Onun takım elbise giyebildiği kadar kolayca, diledikleri gibi giyinip kamusal alanda varlık gösterecek mi kadınlar?” sorusuna cevap arıyorlar.
O zaman verecekler kararlarını; Golani aşırılık yanlısı bir cihatçı mı, yoksa modern ve hoşgörülü bir Suriye’nin yeni yüzü mü? O zaman anlayacaklar döktükleri sevinç gözyaşlarının boşuna akmadığını. Çünkü onlara o gözyaşını döktüren Golani’nin gelişi değil, Esad’ın gidişi…