İçerideki adamın onun gençliğini, avına kavuşmaya hazırlanan bir yaban hayvanı gibi sessizce yediğinden bu sefer emindi.
Bu fikir onda hep sabit kalmıştı. Ne daha fazlası oldu ne de daha azı. İçeride yüksek sesle maç izleyen, elinden geçirdiği kadınlara, kitaplara ve özellikle de komşu dedikodularına kendini tamamen kapamış bu adamın; gençliğini sinsice uslanmadan yediği kanaatindeydi.
“Münevver, bir bardak daha” diye sert ve keskin bir dille bağırdı. Tekrar yinelemesine gerek yoktu. Ancak o her zaman işini sağlama alırdı. Münevver duysa da o bir daha bağıracaktı.
“Münevver…” diyebildi. Karısı iri kalçalarıyla, bıkkın ama bir o kadar da işini bilerek, yavaşça rakıyı masaya koydu. TAK diye bir ses geldi. Ama ne ayakta duran Münevver ağzındakileri dillendirebildi ne de divana yayılmış o adam tek bir kelime etti. Masaya hiddetle konulan o rakı bardağı, evliliklerinin otuzuncu yılının, artık söylenecek laf kalmayan bir birlikteliğin, hediyesiydi.
O ise, bunlar olurken balkonun açık kapısına doğru bakakalmış; bu her gece yaşanan rutinin içinde bir farklılık arıyordu. Ancak her şey yerinde ve belliydi. Tek değişen, ağır ağır Münevver’in gözlerinde beliren kaz ayakları ve divanda sere serpe yatan o budalanın şiş ayaklarıydı.
Kafasını geceye doğru çevirdi. Ellerine baktı. Esmer ve kuvvetli ellerine. Bu otuz yıl içinde sürüklenmiş, oluşmuş ve ölmeye yaklaşmış ellerine. Yere uçuşan külleri ayaklarıyla sildi. Masadaki şeftalilerin iriliğine gözlerini dikti. Nasıl sulu ve taptazeydiler, onun gençliğine karşı nasıl diriydiler! İç geçirdi. Saat gece ondu. Fırat birazdan bağıracaktı aşağıdan şüphesiz. Onu beklemeye koyuldu. Kafasını tıpkı içerideki o esmer adamınki gibi, divana yasladı. Gökyüzüne uzandı. Yıldızlara doğru bir seyir aldı. Bir şey düşünmek istemedi ama beyni sanki ona inat, bir şey düşünmediğini düşünerek ona oyun oynadı. Keşke bomboş bakabilseydi sokaklara ve göğe. Öylesine bakabilseydi. Ayırmasaydı insanları, yolları ve dahası benliğini. Bütün olarak görebilseydi dünyayı. Belki böylece, içerideki Münevver’i ve o ayyaş adamı biraz olsun diğerlerine benzetebilirdi. Ama o ikisi farklıydı. Ne yazık ki dört duvarın içinde onları tanımak, dahası onlarla birlikte düşünmek zorundaydı.
Televizyonun sesi kısıldı. Reklam arası olmalıydı, yanılmamıştı. İçerideki adam koca vücuduyla doğruldu. Terliklerini ayaklarıyla yokladı. Birkaç ağız şapırtısı ve homurdanmadan sonra beklediği ses duyuldu:
-Okan!
-Efendim baba.
-Hele gel bir içeri.
Hızla ve büyük bir çeviklikle yattığı divandan kalktı, balkondan içeri girdi:
-Okan, terliğimin tekini bul şurdan, dedi. Gösterdiği divan, gençliğini yiyen adamın altındaydı.
İlerledi. Kırmızı divanın işlemelerine dokundu. Yanındaki o şişman adamın ayaklarına doğru eğildi. Adamsa pervasızca sırıttı. Oğlanın terliği bulması için ayaklarını kaldırdı. Ama hiç acele etmeden. Oğlansa, eğildiği yerden ellerini uzatarak bütün divanın altını yokladı. Sonunda oğlan, terliği bulup ucundan tutup çıkardı. Tam terliği verecekken, adam eliyle ayağını işaret etti.
-Giydir.
Oğlan, yavaşça ve bir o kadar alışılagelmiş bir ifadeyle elini adamın şişmiş ve mor toynaklarına doğru götürdü. İşini sağlama alması gerektiğini düşünen bu iri adam, yinelemesine gerek olmasa da yineledi.
-Giydir, it!
Oğlan gözlerinden akan bir tiksinmeyle ancak ellerinin verdiği bir itaatkârlıkla terliği tıpkı Münevver’inkine has bir öfkeyle TAK diye soktu. Divanda kurulan adam sırıttı, altın köpek dişleri oğlanın yüzüne doğru parıldadı.
Adam evin içine, odalara doğru terliklerini sürüye sürüye ilerledi. Oğlan eğildiği yerden doğruldu. Fırat’ın balkondan gelen sesini duydu. Cama doğrulup el etti. Mutfaktan gelen bardak, çanak seslerine doğru ilerledi. Sol elinde sigarasını tutan, sağ eliyle bardakları rafa dizen kadına hızlı bir bakış attı.
Demesi gereken cümleyi söyleyene kadar bu iri kalçalının, Münevver’in, ona bakmayacağını biliyordu. Aslında şu an tam söylemesi gerekirdi diyeceği cümleyi ama biraz daha bekledi. Belki kadın bu mutfakta, oğlanın gördüğünden başka bir şey yapar diye. Ancak kadın sigarasının külünü silkelemekten başka bir hareket dahi yapmayınca rutinin dışında kalmaktan korktu çocuk.
-Anne ben çıkıyorum.
Sol elindeki sigarasını kaldırarak el etti oğlana Münevver. O ise ayakkabılarını hızla giydi. Pantolonunu eliyle silkeledi. Kapıyı açtı. Çıkmadan önce paspası düzeltti. Anahtarı aldı ve kapıyı kapattı. TAK diye bir ses çıktı.
Hem Münevver’e hem de şimdi ayaklarını sürüyerek divana giden o adama karşı yaşadıkları bunca yılın boşluğunu kutlamak için, her zamankinden daha da çaresiz bir ses çıktı. Öyle bir sesti ki bu evde çürüyen canlılara, her gün biraz daha yaşlanan bedenine ve ellerinden kayıp giden gençliğinin bıraktığı enkaza inat kocaman bir isyan çığlığıydı. Bir şehrin büyük bir bölümünü yıkabilecek kadar kuvvetliydi içindeki ateş. Yakıp yıkacaktı buradan karşı yakayı, dehşetle koşacaktı insanlar, onun isyan eden kapı çekişi karşısında.
Ancak kimse irkilmedi, mutfakta sürüne sürüne gezen bir haşere bile.