Anıl Göç 1997’de İstanbul-Fatih’te doğdu. İlköğrenimini burada tamamladıktan sonra 2008 yılında Beykoz’a yerleşti. Ortaokul ve lise eğitimini burada tamamladı. 2015 yılında liseden mezuniyetini müteakip Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde lisans eğitimine başladı ve 2019’da bölüm birincisi olarak mezun oldu. 2016-2019 yılları arasında Onedio internet sitesinde editörlük yaptı ve çoğunlukla tarih alanında olmak üzere popüler tarzda 250’den fazla yazısı yayımlandı. Bunu müteakip yine aynı üniversitenin Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimine başladı. Prof. Dr. Ufuk Gülsoy danışmanlığında hazırladığı 19. Yüzyılda Bir Padişah Kızının Portresi: Fatma Sultan (1840-1884) adlı teziyle 2021 yılında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Mezuniyetini müteakip yine aynı enstitü ve bilim dalında doktora eğitimine başladı. Hâlihazırda doktora ders dönemini tamamlamış olarak yeterlilik sınavı ve tez önerisine hazırlanmaktadır. Şu ana kadar, Edhem Eldem, V. Murad’ın Oğlu Selahaddin Efendi’nin Evrak ve Yazıları: Hatırat ve Belgeler (Mukayyet) kitabı için kaleme aldığı bir inceleme yazısı, FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, sayı: 18, (2021), s.531-538’te yayımlanmıştır. Diğer araştırma ve yayın çalışmaları devam etmektedir.

Kasım ayının serin bir pazar günü. Yağmur yağmıyor ama hava oldukça kapalı. Dedemin mezarına gelmiştim. Ziyareti bitirdim, ellerim ceplerimde, sonbaharın dökülen kuru yapraklarıyla kaplanmış toprak üzerinde yavaşça yürüyorum. Etrafa bakarken mezar taşında adını görünce Yılmaz’ı hatırladım.

Bundan sekiz sene önceydi, üniversiteye yeni başlamıştım. Daha okulun ilk günleriydi. Öğrenci kartımızı nereden alacağız diye meraklı bir ortak arayış vesilesiyle tanışmıştık. Böyle yeni çevrelerde genelde ilk tanışılan kişilerle çabuk ayrılırsınız. Ancak Yılmaz istisnaydı. Enteresan bir kişilikti. Onun hiçbir başka arkadaşını veya bir akrabasını tanımamıştım. Yılmaz çok mu yalnızdı yoksa sadece gizemli miydi? Bunun cevabını bulamazdım. Bazen nereli olduğunu sorarlardı. Kendine has bir gülümsemeyle “TC’liyim” deyip lafı geçiştirirdi. Yılmaz’da çok özgün bir gülüş vardı. O kadar ki sinsi mi acı mı yoksa alaycı bir gülümseme miydi anlayamazdınız. Hiç ders çalıştığını da görmedim ama hep yüksek notlar alırdı. Abartmıyorum, bir sınavı yedi dakikada bitirip çıktığını ve tam not aldığını dün gibi hatırlarım. Tabii onun bu halini çekemeyen de çoktu. Kıskananlar, kötülüğünü isteyip fırsat kovalayanlar vardı. Ama o bunlardan haberdar oldukça hep aynı meşhur gülümsemeyle karşılık verip geçiştirirdi. 

Yılmaz hep yalnızdı. Bana da pek kendisiyle alakalı bir şey anlatmazdı. Konusu açılınca bazı şeyler sorardım ama hep lakırdıyı değiştirirdi. Ben de onun bu haline alışmıştım. Saygı gösterip onun istediği gibi davranırdım, üzerine gitmezdim. Yılmaz’ı bir aralık Ayşe’yle birlikte görmüştüm. Fakat bu da uzun sürmedi. Sonraları öğrendiğime göre aslında Yılmaz ona âşık olmuştu ama karşılık göremeyince kestirip atmak zorunda kalmıştı.

Yılmaz bizim sınıfın en iyisiydi ama bir kötü huyu vardı. Hep bardağın boş tarafına bakardı. Gelecek vaadi çok sınırlı ve mezun olunca iş bulması oldukça zor bir bölümde okuyorduk. Yılmaz ise çabucak iş bulup hayata atılmak zorunda gibi görünüyordu. Ona birkaç defa neden iş garantisi daha yüksek bir bölümü tercih etmediğini sordum. “Ben aslında polis olacaktım kardeşim” dedi. Meğer çocukluğundan beri polis olmak istermiş. Fakat o aralık akademi kapandığı için kafasındaki tasarılar tutmamış, yüksekokula da gitmek istememiş. Alternatif olarak siyasala girip kaymakam olmayı düşündüyse de puanı yetmemiş. Hem puanının yettiği hem de burs alabileceği en yüksek bölüm burasıymış. İsteyerek ve her bedeli baştan kabul ederek geldiğini söylerdi. “Hiçbir şey olamasam bile en azından denedim derim” diye söylerdi. Polislikten de vazgeçmiş değildi. Fakülteyi bitirdikten sonra belki yine başvurmayı düşünüyordu. Ancak o hiç ders çalıştığını görmediğim Yılmaz bir gün aniden gözlük takıvermişti. Ne olduğunu sorduğumda, “Tahtayı göremiyordum. Doktora gittim, sonuç bu. Herhalde eskiden beri süren bir bozukluk olacak ama yeni fark ettim” dedi. Böylece Yılmaz’ın polislik hayali de suya düşmüştü. Belli etmiyordu ama buna epey üzülmüş, sıkılmıştı. Ondan sonra elinde kalan tek şey olarak iyice bölüme sarıldı. Her sınavdan en yüksek notu alamazdı ama genele bakıldığında sınıfın en iyisiydi. Disiplinliydi Yılmaz, hiç geç kalmazdı. Ekserisi kareli olmak üzere hep gömlek giyerdi. Ön sıralarda otururdu. Kendisiyle de barışıktı. Arkada oturan arkadaşların yanına gider, “Buradan tahtayı görmek zor olmuyor mu?” diye şakalaşırdı. Okuldan sonra hiçbir yere takılmazdı. Sunduğu gerekçe hep aynıydı: “Evim uzak, geç kalırım.” Yılmaz’ın evi neredeydi, neye geç kalacaktı? Bunları bilen yoktu. Bir süre sonra da zaten kimse onu bir yere çağırmaz olmuştu. 

***

Yıllar geçti mezun olduk. Yılmaz kimseyi şaşırtmayacak şekilde sınıfın birincisi oldu. İlk günler, ilk haftalar, ilk aylarda herkes gibi onun da yüzü gülüyordu. Bununla beraber, içten içe düşünceli, alabildiğine ümitsiz ve bir derecede çaresizdi. Alanında çalışmak istiyordu ama iş bulamayacağını söyleyip duruyordu. Nitekim bulamadı da. Mezuniyetten sonra hemen yüksek lisansa girdi, yine burs aldı. Bense öğretmenlik yapmaya başlamıştım. Yılmaz’la arada sırada görüşürdük. Her seferinde dozu artan yeni dertler ve can sıkıcı problemlerle gelirdi. Üniversitede, akademik camiada gördüğü haksızlıkları, şahit olduğu yolsuz işleri anlatıp dururdu. Kendini bataklığa düşmüş bir nilüfer veya çakal sürüsünün arasında sıkıştırılmış yalnız bir kurt gibi görüyordu. Ona burs bulup yurt dışına gitmesini söyledim. Yine o meşhur gülümsemesiyle “Yabancı dilim o kadar iyi değil” demişti. Oysa hepimizden iyi lisan bilirdi. Ancak bunu kâfi görmüyordu. Esasen haksız da sayılmazdı. Çok daha iyi okullardan mezun birçok kişi vardı. Yine de başka bir sebebi var gibiydi sanki. 

Beklentilerinin bir türlü karşılanmaması her genç gibi Yılmaz’ı da mahvediyordu. Bana hep üniversitelerdeki şahsi ve siyasi ilişkilerle oluşturulan yapılardan bahsederdi. Örümcek ağı gibi kurulmuş karmaşık bağlantıları adeta bir ders gibi anlatırdı. Derdini az çok anlayabiliyordum ama yazık ki elden bir şey gelmiyordu. Yılmaz tez dönemindeyken okula bir asistan alınmıştı. O çok az bir puanla bu şansı kaçırdı. Aylarca kendini suçlayıp durdu. “Bütün hata bende” lafını kim bilir kaç defa duymuşumdur. Bu olaydan sadece iki ay sonra yabancı dil notunu on puan yükseltmişti. Fakat Yılmaz’a göre bu da kâfi gelmeyecekti. Bazen çok daralınca “Yahu ben nasıl büyük adam olacağım?” deyip gülerdi. O hususi gülümsemedeki keder de her geçen gün artıyordu. Öyle ki artık telefondayken bile dertli olduğunu anlayabiliyordum.

Yılmaz çok kısa bir sürede tezini yazdı. İki buçuk-üç yılda çalışılabilecek seviyedeki bir konuyu bir yılda tamamladı. Mezun olur olmaz doktoraya girdi, yine burs aldı. Ben o sıralarda askerliğimi yapıyordum. O aralık pek görüşemedik ama sonrasında bağımız sürdü. Yılmaz’da maalesef olumlu yönde bir değişim yoktu. Bir gün beni aradı “Anadolu’ya gidiyorum” dedi. Bir üniversitede kendine uygun kadro ilanı görmüştü. Gitti sınava girdi, bana yine telefon açtı. Neşeliydi, “Yahu kardeşim, asıl burada sınavı yapanları sınav yapmak lazım” deyip gülmüştü. Kadroyu kazanamayacağına inanıyordu. Fakat kendi yetersizliğinden değil, diğerlerinin arkası çok kalın olduğundan. “Ağabeyciğim sen öyle bir izlenim aldın mı?” demiştim. Her ne kadar olumsuz bir emare görmediyse de “Bana bunu vermezler” diyordu. Ne yazık ki haklı çıktı. Sınavda yirmi puan fazla verilen birisi onun önüne geçmişti. Yılmaz o kadar temiz kalpliydi ki üniversiteden birisi kendisine gerçeği söyleyene kadar, sınavı kazanan kişinin kendinden daha başarılı olabileceğinden bahsediyordu. Belki bunu inanarak söylemiyordu ama en azından aleni tavrı buydu. Ancak işin içyüzü bambaşkaydı. İçeriden vicdanı sağlam birisi Yılmaz’a ulaşmıştı. Sınavı kazanan kişinin rektörle samimi bir bağı olduğunu, sınav kâğıtlarını gördüğünü ve hakikatte o kişinin kendisine verilen nottan otuz puan aşağı alması gerektiğini söylemiş. Yılmaz bana bunları hep çaresizce anlatmıştı. Sanki ne yaparsa yapsın haksızlığın önüne geçemeyeceğini göstermek istiyordu. Şikâyetçi olmasını söyledim. Alabildiğine kederle dolu o meşhur gülümsemesiyle başını öne eğerek, “İktidarın atadığı rektörü iktidara mı şikâyet edeceğiz?” dedi. Söylenecek bir şey yoktu.

Yılmaz hep umutsuzdu. Hayatında ona moral verip güç sağlayabilecek hiçbir şey yok gibiydi. Asaleten öğretmen olarak atandığımda beni çok içten tebrik etti. Hatta bir dolmakalem bile hediye etmişti. O öğretmen olmuyordu, olamıyordu. Çünkü en baştan beri akademi yolunu seçmişti. Ve fakat onun kan ter içerisinde koşmaya çalıştığı bu yolda hem otostopçularla hem de lüks araçlara binenlerle yarışmaya zorlanıyordu. Tabii böyle tebriklerde darısı başına diye mukabele edilir. Ben de bu yolda sözler söylemiştim. Yılmaz gülüp, “Beni boş ver hocam, ben adam olamayacağım” demişti. Feridun Düzağaç’ın bir şarkısında geçen sözlerdi bunlar. Tabii anladığım için hemen karşılıklı gülüvermiştik. Onun mizahı hep kuvvetliydi ama çoğunlukla kara mizah severdi. 

Yılmaz sonraları birkaç muhtelif üniversitede daha benzer kadro sınavlarına girdi. Bunların bazıları şehir dışındaydı. En son yaşadığı bir olay çok canını sıkmıştı. Yine şehir dışında bir asistanlık sınavına gitmişti. Gece otobüse binmiş, sabah oraya varmıştı. Sınava girip yine aynı gün geri dönecekti. Her sınava ümitsizlikle girerdi. Objektif puanlanabilecek türde sadece bir soru sorulduğunu, diğerlerinin yoruma açık bırakıldığını, dolayısıyla istenilen kişiye istenilen notun verilebileceğini anlatırdı. Herhalde bu sınavı da benzer düşünce ve duygularla yapmıştı. Ezcümle, sınava girmiş, çıkmış. Karnı aç olduğundan hemen gitmemiş, kantinden tostla ayran alıp bir kenarda oturup yemeye başlamış. O esnada sınavdaki hocalardan birini görmüş. Elinde birtakım kâğıtlarla tenha koridorun sonundaki bir odaya gidiyormuş. Bu da merak edip gitmiş. Tam odanın önündeki banka çöküp aralık bırakılan kapıdan içeriye kulak kabartmış. Bir yandan yiyip içerken diğer taraftan da konuşulanları dinlemiş. “İçeride üç kişi vardı” diye anlatmıştı. “Sınav hakkında tartışıyorlardı. Biz dokuz kişi sınava girmiştik. Birisi kendi öğrencileriymiş, onu kayırmak istiyorlardı. Odaya giren ve profesör olmaya hazırlanan genç doçent, iki kıdemli profesöre karşı çıkıyordu. Hem kâğıdıma hem de özgeçmişime dayanarak sınavı benim kazanmam gerektiğini söylüyordu, diğerlerini ikna etmeye çalışıyordu. Bir aralık profesörlerden biri, ‘Hocam bu kadroların nasıl açıldığını bilmiyor musunuz?’ dedi. Sonra diğer profesör de ona destek vererek benzer şekilde çıkıştı: ‘Seni buraya kim aldı hatırlamıyor musun, sen nasıl profesör olacaksın?’ Bunun üzerine doçent sessizleşti, bir süre kimse bir şey söylemedi. Sonra birisi yine ona hitaben, ‘Dayanamıyorsan şuraya imzanı at çık, arkasına biz bakarız’ dedi. Üzerinden çok geçmeden doçent hışımla içeriden çıktı. Herhalde denileni yapmış olacak. Kadının kafası o kadar dağınık, sinirleri o kadar bozulmuş ve canı sıkılmıştı ki beni görmedi bile.” 

Yılmaz böylece hakkının yenmesine bizzat şahit olmuştu. Bu hadise onu çok etkilemişti. Ne zaman lafı geçse olaydan dehşetle bahsederdi. Hep bahtsız olduğunu söylerdi. Bu yönüyle onu Halit Ziya’nın oğlu Vedat’a benzetiyordum. Yılmaz tabii Halit Ziya’nın Bir Acı Hikâye kitabını da Vedat Uşaklıgil’in bedbaht kaderi ve intiharını da biliyordu. Ama bilmem kendini Vedat’a benzetir miydi?

***

Öğretmenliğe başladığım yıl evlenmiştim. Eşim üniversiteden ortak arkadaşımızdı, Yılmaz’la tanışırlardı. Eşim de öğretmendi, sonra bir oğlumuz oldu böylece ailemizi kurduk. Yılmaz ise ilk günkü yalnızlığına devam ediyordu. Doktora tezi üzerinde çalışıyordu. Her yeni bulgusunu öyle sevinç ve heyecanla öyle iştahla anlatırdı ki hayran kalmamak elde değildi. Gözleri parlar, adeta çocuk gibi sevinirdi. Fakat gelecek konusunda hiç hevesi kalmamıştı. Tez nasıl gidiyor diye sorduğumda hep aynı gülümsemeyle, “Bitirsem ne olacak ki?” derdi. Keşke ona cevap verebilseydim. Bu da nasıl soru? Hoca olacaksın, üniversitede akademisyen olacaksın, birçok genç yetiştireceksin, öğrencilerin senden ilham alıp büyük işler yapacak diyebilseydim ne olurdu? Diyemedim, deseydim de Yılmaz bunlara inanmazdı. Üniversitede hemen herkesin şahsi bağlantılarla, siyasi aidiyetlerle öğretim üyesi olduğuna inanıyordu. Uzun lafın kısası bir kişinin kendi başına öğretim üyesi olamayacağını ancak birisi tarafından yapılabileceğini düşünüyordu. Bu yüzden sürekli “Beni öğretim üyesi yapmazlar” derdi. Onlar… Onlar kimdi? Rektörler mi? Belki. İktidar mı? Muhtemelen. Hocaları mı? Hayır! Yılmaz’ın onlar diye bahsettiği şey Don Kişot’un değirmenleri gibi tüzel ve soyut bir şeydi. O bir çarpıklığı kastediyordu.

Yılmaz çok iyi bir tezle doktor oldu. Maalesef yine öngörülerinde haklı çıktı. Hiçbir üniversitede kendine yer bulamadı. Birkaç ay sonra beni aradı “Askere gidiyorum” dedi. Elinde yapacak hiçbir şey kalmayınca askerlik hizmetini yerine getirmeye karar vermişti. Yedek subay okulundayken iki defa ziyaretine gittim. Neşesi yerindeydi, çok daha iyi görünüyordu. Şakalar yapıp gülüyordu. Sonra orayı da dereceyle bitirdi. Büyükşehirlerde seçebileceği birçok birlik varken o jandarma olup doğuya gitmeyi seçti. Nedenini sorunca da gülerek “Kazım Orbay Paşa ‘Jandarmalık yapmayandan iyi subay olmaz’ dermiş” diye cevaplamıştı. Ben de üstelememiştim. Görev yerine giderken havalimanında sarılıp vedalaştık. Gayet şen ve mutluydu. Hatta giderken bana güzel de bir asker selamı çaktı. Çok geçmeden aradı, ufak bir karakolda göreve başlamıştı. Onu meşgul etmemek için ben aramazdım, istediği zaman o arardı. Askerlikten mutluydu ama sonrası için hâlâ umutsuzdu. Terhis olduktan sonra ne yapacağını hiç bilmiyordu. Askerliğinin bitmesi yaklaştıkça bu kaygılarla canının sıkılıp bunaldığını fark etmiştim. “Bana bak sakın kendini vurma ha” diye şakalaşmıştım. Çok gülmüştü, sonra da ciddi bir sesle “Yok, devletin verdiği silahla öyle şey olmaz” demişti. 

Aylar geçti gitti, Yılmaz’ın askerliğinin bitmesine bir iki ay kalmıştı. Bir pazar sabahı telefondan sosyal medyayı takip ederken üniversitenin paylaşımından Yılmaz’ın öldüğünü öğrendim. Nöbetçi olduğu bir gece bulunduğu odaya sabaha karşı bir havan topu düşmüş. Yılmaz’ın siyah beyaz bir fotoğrafıyla beraber bu bilgi ve baş sağlığı mesajı yayımlanmıştı. Ondan sonra geçen saatleri anımsayamıyorum. Donup kalmıştım, koltuğa çöküp adeta put kesilmiştim. Sonra yağmur gibi gözyaşlarım bastırdı, bir saat kadar ağladım. Bu halimi görünce oğlum korkup heyecanlanmıştı. Eşim bir yandan çocuğa durumu anlatmaya çalışıyordu diğer yandan da bana hâkim olmaya gayret ediyordu. Ancak akşama doğru biraz aklım başıma gelebilmişti. Oğlum yanıma geldi, sarıldı. Ben de biraz çocuğu sevdim. Bir süre sessizce durduktan sonra utangaç ve meraklı bakışlarla sordu: “Baba, Yılmaz ağabeyin tabutuna Türk bayrağı koyarlar mı?” Çocuğun bu sorusunu duyunca kurşun yemiş gibi oldum. Hiçbir şey söyleyemedim. Sadece oğlumu bağrıma basıp sıkıca sarıldım, gözyaşlarımı görmesin diye.

***

Şehit Asteğmen Dr. Yılmaz için üniversitede bir tören yapıldı. Bayrağa sarılı tabutu rektörlüğün önüne getirilmişti. Tam karşısında duruyordum. Merdivenlerin başında Yılmaz’ın naaşı, tam üzerinde heybetli bir “Rektörlük” yazısı. Ne garip şey. Yılmaz’ın akademik personel olarak giremediği yere şimdi cenazesi gelmişti. Ne hüzünlü manzara, ne acı kaderdi. Sonra Yılmaz’ı çok sevdiği bu şehrin topraklarına verdik. Onun ikiz kız kardeşi olduğunu da ancak cenazede öğrendim. Meğer anne babaları bir trafik kazasında öldükten sonra kardeşlerine Yılmaz bakmış. Birisi hemşire, diğeri İngilizce öğretmeni olmuş tertemiz iki genç kız. 

Devlet Yılmaz’a hep burs vermişti, okumasına katkı sağlamıştı. O, burslarını milletin parasıyla aldığının farkındaydı ve hizmet edip bunların karşılığını vermek istediğini söylerdi. Hiç unutmam bir gün yemekhanede karşılıklı yemek yerken sormuştu: “Sence bu tabldotun maliyeti nedir?” Şaşırmıştım. Mercimek çorbası, etli nohut, pilav ve yoğurt yiyorduk. “Diyelim ki elli lira, ne olacak?” diye soruyla karşılık vermiştim. O, tertemiz kalbi ve yüksek ahlakıyla gülümseyerek cevaplamıştı: “Biz bu yemeğe iki lira veriyoruz. Kalan maliyeti kim ödüyor? Senin babanın, Ali’nin Veli’nin vergilerinden devlet karşılıyor değil mi? O zaman bunun hakkını vermemiz gerekir. Demek ki çok çalışıp işimizi en iyi şekilde yapmalıyız. En iyi öğrenci olmalıyız. Sonra da parasıyla karnımızı doyurduğumuz millete bunun karşılığını vermeliyiz.” 

İşte Yılmaz böyle birisiydi. Ne çare ki çok sevdiği vatanına, milletine ancak yedi ay subaylık yaparak hizmet edebildi. Bazen acaba o da böyle olsun ister miydi diye kendime soruyorum. Yine haksızlıklara uğrayıp mutsuz, umutsuz olmak, berbat durumlara düşmek yerine böyle gencecik bir vedayı tercih eder miydi? Kimseye el avuç açmadan, dalkavukluk yapmadan, özetle o şahit olduğu hadisedeki doçentin yerine düşmeden bu kadar erken noktalanan bir ömrü ister miydi? 

Bugün yine bir pazar günü, ölümünün beşinci yılında dostumun mezarı başındayım ve kendimi avutmak için bu sorulara belki diye cevap veriyorum. Yılmaz’la vedalaşıp giderken aniden bastıran yağmur eşliğinde ellerim ceplerimde hızlı adımlarla oradan uzaklaşıyorum.