Zaman geçtikçe Feride, Özlem ve Işık; un, yağ ve yumurta benzeri bir karışım olmuş, iç içe geçerek, geri dönüşü olmayan, kulak memesi kıvamında bir hamura dönüşüp birbirlerini tamamlamışlardı.
Feride hiç unutmuyordu Işık’ı kapısının önünde bulduğu sabahı. Özlem hiç unutmuyordu, içi yana yana, sadece kısa bir süre tanıdığı Feride’ye, kızını bırakıp ameliyata gittiği sabahı.
İşte o aynı sabahtı üçünü bir araya getirip aynı kapta yoğuran.
Feride Nene gününü Işık’la geçiriyor, akşam Özlem işten dönünce Işık anne kucağına kavuşuyordu. Özlem Feride’nin doğurmadığı kızı, Işık torunu olmuştu. Piyano tuşlarındaki abanoz ve fildişi gibi uyumlu sesler çınlıyordu evlerinde. (Ebony and Ivory- Paul Mc Cartney and Stevie Wonder)
Feride parka bakan pencerenin önüne oturup düşünüyordu. “Işık’ın babası kim?” Her gün Işık’la birlikte parkta geziyor, bazı günler dönüşte çiçekçiden çiçek alıyor onları yuvarlak masanın üstündeki vazoya yerleştirirken yine düşünüyordu. “Işık’ın babası kim?” Işık’ı besliyor, kucağında sallayıp uyuttuktan sonra yatağına yatırıyor, pencerenin önüne oturup masa örtüsünün püsküllerini düzeltirken, yine yine düşünüyordu.
“Mutlaka bir babası olmalı bu yavrunun, acaba nerede? Acaba Özlem’e sorsam mı? Acaba bana gücenir mi? Neden hiç söz etmiyor ondan?”
Feride hiçbir zaman sormaya cesaret edemedi ama düşünmekten de vazgeçmedi. Işık’ın doğum günü yaklaşırken aklına bir kurnazlık geldi. Bir akşam yemekten sonra, Özlem Işık’ı uyutup oturma odasına gelince, ortaya bir laf attı.
“Güzel kızım, bildiğim kadarıyla Işık 21 Haziran’da doğdu, yani en uzun gün.”
“Evet , Feride Anne. Yengeç Ekinoksu.”
“O zaman onun ilk doğum gününe pek az kaldı ve o kocaman bir kutlamayı hak ediyor.”
“Doğru da… O daha anlayacak yaşta değil, biz kendimize bir pasta alırız olur biter.”
“Yok hiç olur mu öyle, ben özeniyorum torunuma.”
“Tamam o zaman, nasıl bir doğum günü düşündün?”
“Bak kızım, ben babasını da davet edelim derim.”
“Babası mı, ne babası?”
“Kızım bu bebeği leylek getirmedi ya, elbette var bir babası.”
“Şey Feride Anne, babası var da hiç haberi yok. Yani hiç bilmiyor ne beni ne kızını.”
“Nasıl iş o öyle?”
“Kimse bilmez bu konuyu. Zaten kimim vardı ki senden önce. Ama şimdi sen varsın, bize evini açtın, üstelik sevgini verdin. Sana anne dedim. Işığın nenesisin. Bilmek elbette hakkın ama anlatması çok zor.”
“Olsun yavrum, hele bir başla arkası gelir nasılsa…”
“Ben eskiden evliydim.”
“Ya, hiç bilmiyordum.”
“Annemler ölünce, teyzem beni yanına aldı. Onun bir oğlu vardı, adı Emrah. Beni onunla evlendirdiler.”
“Zorla mı, yoksa birbirinizi sevdiniz mi?”
“Çok severim Emrah’ı, o benim abimdir. Okula birlikte giderdik. Ben muhasebe okurdum o elektrik. Derslerimizi birlikte çalışır, her konuda konuşur, dertleşirdik. Teyzem ölünce eniştem eve başka bir kadın getirdi. Biz de Emrah’la birlikte İstanbul’a geldik. Karı kocadan öte iki dosttuk biz. O bir kıza âşık oldu ve boşandık. Emrah onunla evlenip Burdur’a yerleşti.”
“Arkasından üzüldün mü?”
“Hayır, tam tersine, sevindim bile. O iyi bir insandı ve mutluluğu hak etmişti. Ayrıca kendi başıma kalmak çok hoşuma gitti. Hayatımda ilk defa özgür olmayı tattım.”
“Evet canım, haklısın çok güzel bir duygudur. Ben ancak altmışımdan sonra özgür oldum. Asık suratlı, huysuz kocam öldükten sonra.”
Konuşa konuşa pencerenin önündeki yuvarlak masaya oturdular karşılıklı ama Özlem birden kalktı.
“Dur nereye, hani anlatacaktın? Yoksa teyzenin oğlu mu babası?”
“Hayır hayır, o değil. Sanırım o kısırdı. Onların hâlâ çocuğu olmadı. Biz beraberken de hiç hamile kalmadım. Nereden bileyim, ben de kendimi kısır sanıyordum.”
Özlem mutfağa doğru giderken “Feride Anneciğim, anlatacaklarım uzun, bari yanına bir sütlü kahve yapayım” dedi.
“İyi düşündün kızım hadi yap da gel, iyice meraklandım şimdi.”
Feride örtünün püsküllerini tek tek düzeltirken geldi kahveler.
“Eline sağlık yavrum.”
“Dur daha tatmadın ki…”
“Ben bilirim sen hep mükemmel yaparsın.”
“Emrah gidince tiyatroya iyice merak sardım. Hemen hemen her akşam bir oyun izliyordum. Üç kız arkadaşımla birlikte bir evi paylaşıyor, kirayı bölüşüyorduk. Onlar kendi aralarında çok iyi anlaşıyorlar benimle dalga geçiyorlardı. ‘Tiyatro da neymiş, takıl bize hayatını yaşa’ diyorlardı. Barlara gidiyor, erkeklerle buluşuyor, ne kadar çok eğlendiklerini ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. Onlarla hiç takılmadım. Hani bir oyun vardı, adı ‘Bu Vadide Geçti Hayat.’ İşte onu izlemiş miydin?”
“Evet, elbette, geçen yıl izlemiştim.”
“İşte o oyunda ikinci perdenin sonuna doğru sahneye Adonis çıkar.”
“Yok, onu hiç hatırlamıyorum.”
“Haklısın çünkü fazla bir rolü yoktu. Sahnede boy gösteriyor, kaslarını sergiliyordu.
Sadece iki replik: ‘Güneş vurdu başaklara. Salının sapı uzunlar, salının yel estikçe.’
İşte ben ona kendimi kaptırdım.”
“Nasıl yani, sahnedeki oyuncuya mı?”
“Evet.”
“Asıl adı neydi?”
“Bilmiyorum, Celal, Cevat gibi bir şey. Hiç araştırmadım. O benim için Adonis’ti.
“Adonis, yani erkek güzeli, öyle kalmış aklımda.”
“Evet ama aynı zamanda tahıl ürününden sorumlu, Afrodit’in ve Persephone’nin birlikte âşık olup aralarında paylaşamadıkları, bir yarı tanrı. İşte ben de ona âşık olmuştum. Aslında hiçbir mantığa uymuyor ama oldum işte.”
Feride kahvesinden son yudumu alırken içini çekti.
“Olabilir, ben seni anlıyorum. Vaktiyle ben de bizim okuldaki matematik hocasına fena halde abayı yakmıştım. Davudi bir sesi vardı, ‘Feride’ dedi mi kalbim ağzımdan çıkacak gibi olurdu. Elbette bir iki kaçamaktan öte gidemedik. Bir seferinde yan yana koltuklarda oturup bir oyun izlemiştik. İnan ne izlediğimi hâlâ bilmem. İkimiz de evliydik. Tabuları ve yasakları aşacak gücümüz yoktu. Sonra başka bir okula atandı ve bir daha görüşmedik. Bana o heyecanı hatırlattığın için sağ ol.”
Özlem ayağa kalkıp Feride’nin boynuna sarıldı. “Sana rastlamak ne büyük bir şans benim için bilemezsin” dedi. “Kimin annesi bu kadar akıllı ve anlayışlı. Canım Feride Anam benim.”
“Benim için de öyle kızım. Hadi kahveni bitir de divana geçip bacaklarımızı uzatalım.”
Yan yana divana uzandılar. Özlem devam etti.
“O ara ‘Bu Vadide Geçti Hayat’ her akşam oynuyordu. Ben de toptan bilet aldım. Her akşam iş çıkışı gidip oyunu yeniden hem de en ön sıradan izliyordum.”
“Ne garip, gecelerden birinde karşılaşmış olmalıyız.”
“Evet, kesinlikle. Oyunu ezberlemiştim artık. Adonis’in sahneye çıkacağı an gelince kalbim güm güm atmaya başlar, ellerim terler, sırtım buz keserdi. Eminim yüzüm de kızarırdı ama hiç dert etmezdim, nasılsa beni tanıyan yoktu.”
“Bilirim bu heyecan insanın canına can katar, yaşadığını hissettirir.”
“Evet, öyle ama bununla yetinmiyordum, onu arzu ediyordum aynı zamanda. Ona sarılmak, onu öpmek, onunla yakınlaşmak istiyordum. Bunun imkânsız olduğunu bildiğimden çok acı çekiyordum.”
Feride “O da doğru” diyerek saçlarını okşamaya başladı Özlem’in.
“Oyunun son gecesi artık iyice kontrolden çıkmıştım. Kulis kapısında son defa onu görmek için beklerken önden yönetmen arkadan oyuncular çıkmaya başladı.
Yönetmen yarı sarhoş bağırıyordu ‘Kutlama var, masa donatıldı, yürüyelim arkadaşlar.’ Hepsi peşine takılmış kendi aralarında konuşarak, şakalaşarak ilerlerken benimki göründü. O da kalabalığa katıldı ama sessizdi, başı önündeydi. Bilmem bana ne oldu, umursamaz bir biçimde yanında yürümeye başladım. Beni görmüyor gibiydi ancak bir ara bana dönüp sordu ‘Biliyor musun, bu cimri herif bizi nereye götürüyor?’ O an düşüp öleceğimi sandım. ‘Yoo’ dedim. ‘Kutlama varmış’. Kafasını salladı, hiç konuşmadı bir daha. Sonunda restorana ulaştık. Sırayla girdiler, biz en arkadaydık. Adonis girince ben de bütün cesaretimi toplayarak onu izledim ve hemen yanındaki iskemleye çöküverdim. Mezeler, salatalar, buzlu rakı her şey hazırdı. Böylesine özenli bir sofrada yemek ve içmek varken kimse benimle ilgilenmiyordu. Bunu anlayınca biraz olsun rahatladım. Lafa pek karışmadan onlar güldükçe gülerek, kadeh tokuşturdukça tokuşturarak, arada Adonis’in sıcak koluna ve bacağına değerek oturmak benim için ‘Özlem Harikalar Diyarında’ anlamına geliyordu. İçkiye alışkın olmadığımdan ne kadar kontrollü içsem de kafayı bulmuştum. Belki de rakı değil, yaşadığım heyecan çarpmıştı beni. Kendi kendime ‘Bu geceyi hiçbir zaman unutamayacaksın!’ diyordum. Gecenin sonuna doğru masadaki en ayık kişi bendim. O ana kadar kimseyle konuşmayan Adonis, ilk defa bana doğru dönüp elimi tuttu ve ‘Sana mı, bana mı?’ dedi. Hiç düşünmeden ‘Sana’ dedim.”
“Vay be! Helal olsun siz gençlere. Bizim gençliğimizde ne o soru ne de o cevap olamazdı.”
“İşte Feride Anne benim kızım o gecenin armağanı, yani Adonis’in Işık’ı.”
“Emin misin?”
“Aşk olsun anacığım, elbette eminim. Ben başka kimseyle sevişmedim ki.”
“Celal mi demiştin?”
“Dememiştim çünkü adını hiç söylemedi bana, ben de ona. Kapıdan girer girmez sevişmeye başladık. Hani filmlerdeki gibi. Sabah daha o uyanmadan çıktım evden.”
“Neydi acelen? Keşke tanışsaydınız. Belki o da severdi seni.”
“Beni seveceğini hiç düşünmedim. Dalgın gibiydi, aklı başka yerdeydi sanki, ilgisizdi, konuşmuyordu. Onurlu bir kadınım ben. Her zaman buna önem verdim. Sabah beni görmek istemeyebilir, bana kötü davranabilir ve insanlık onurumu ayakları altına alıp ezebilirdi.
“Yok artık, daha neler…”
“Neyse, sabah aklım başıma gelince çok utandım. Beni her önüne gelenle yatan biri sanabilirdi. Üstelik kimsin diye sorsa ne cevap verecektim. Bir hırsız gibi korkudan titreyerek çıktım koynundan. Ona son bir defa daha baktım hasretle, telaşla giyindim. Mutfakta bir bardak su içip kendimi sokağa attım.”
“Evi nerede hatırlıyor musun?”
“Evet, çünkü sonra çok gittim oraya, ona görünmeden onu görmek için. Son gittiğimde evini boşaltmıştı. Artık hiçbir oyunda da yok. Acaba ne oldu ona? Bir ümit; belki bir gün bir yerde karşılaşırız. Kızımın babası olduğunu söylesem bana inanır mı? Bence kızar, ‘Neden korunmadın’ der.”
“Neden korunmadın?”
“Aklıma bile gelmedi. Emrah’la hiç hamile kalmamıştım. Kendimi kısır sandığım için olabilir. Utanç verici bir gerekçe ama sarhoşluktan olabilir ya da ona olan hayranlığım beni sersem etmiş olabilir.”
“Neyse canım olan olmuş, hem de çok iyi olmuş. Baksana evimizin ışığına pırıl pırıl. O Adonis’ in Işık’ı olsa da bizim evimizi aydınlatıyor.”
“Feride Anne, biliyor musun sana ilk rastladığımda, hani tiyatro çıkışı, hani ayağın tökezlediğinde.”
“Evet ne güzel tanışmıştık.”
“İşte o gece ben hamileymişim.”
“Demek bana geldiğinde Işık karnındaymış.”
Özlem gülerek başını salladı.
Feride Özlemi okşayıp öptü ve divandan kalktı. “Hadi iyi uykular kızım, bana anlattığın için sağ ol.
Feride yatak odasına girince çantasından minik defterini çıkartıp ‘Bu Vadide Geçti Hayat’ ve Celal, Cemal vb. yazdı. Elinde yeterli bilgi yoktu belki ama Feride kendine güveniyordu. “Adını bilmemesi mantıklı değil. Eminim bana söylemek istemedi.” Aynanın önünde saçlarını fırçalarken ekledi “Feride’den kaçmaz. Bekle Işık, yakında en uzun gün en güzel gün olacak. Babanı bulacağız hem de annenin onurunu hiç zedelemeden.
Yatağına girdi, üstünü sıkıca örtüp uykuya dalarken dudaklarında mühürlü bir gülücük vardı.
*****
Not: Devamı var.