Feride’nin aklına Işık’ın babası bir girmiş bir daha çıkmıyordu. Rahatı huzuru kaçmış onu
bulmadan nefes alamaz hale gelmişti. Işık’ın ilk doğum gününe yirmi gün kala iyice telaşa
kapıldı çünkü zaman daralıyordu. Bu sürede, bu babanın bulunması ve kızının yanında olması
gerekiyordu. Bu sadece Feride’nin düşüncesiydi. Özlem Feride’ye her konuda yardım
etmekten kaçınmazken bu konuda ağzını açmıyor, bildiklerini anlatmıyordu. Adını bile
söylemek istememiş sadece “Adonis” demekle yetinmişti. Adonis onun oynadığı rolde
kullandığı isimdi ve sadece bu bilgiyle ona ulaşmak imkânsız gibiydi. Ancak Feride yaşlandıkça
aklına koyduğunu yapan inatçı bir kadın olmuştu. Gençken çok çekingendi şimdi ise kendine
güveni tamdı. Özlem istese de istemese de, Işık babasını tanımalıydı. Üstelik Adonis, Özlem
için bir gecelik heyecan değildi. Hayatında ilk defa aşkı tatmış ancak sevdiğiyle sadece bir
gece geçirebilmişti, bu genç kadın. Dokuz ay sonra doğan Işık ve babası bundan habersizdiler.
“Ama öğrenmeliler” diye yüksek sesle kendi kendine konuştu Feride.
Öncelikle Tiyatroları dolaşmaya başladı. Adonis’in sahnede göründüğü son oyun “Bu Vadide
Geçti Hayat” çalışanlar tarafından biliniyor ancak bu rolü oynayanı kimse hatırlamıyordu.
Aramaya devam etti Feride. Her akşam Özlem eve gelince Işık’ı annesinin kucağına veriyor,
“Biraz yürümeliyim” diye uydurduğu bir bahaneyle evden çıkıyor, o tiyatro senin bu tiyatro
benim dolaşarak Adonis’i arıyordu. Sonunda gişede bilet satan alımlı ve bakımlı genç bir
hanım kız hatırladı onu.
“Anladım, siz Cemil Uygar’ı arıyorsunuz” deyiverdi.
Aman Allah’ım! Bir isme ulaşmıştı işte. Kendini zor tuttu Feride. Kızın boynuna sarılmak,
çığlıklar atmak, bilet satılan gişenin önünde zıp zıp zıplamak istiyordu. Kız devam etti.
“Acayip yakışıklı biriydi. Kimseye yüz vermez, kimseyle ilgilenmezdi. Ben ona âşıktım. Sade
ben mi, onu gören bütün kızlar elektrik çarpmışa dönerdi. Adonis rolünü boşuna vermediler
ona.”
“Şimdi nerede, acaba hangi oyunda?”
“Ay pardon, onu neden aradığınızı bilmiyorum ama pek başarılı bir oyuncu değildi. Sonraları
hiç iş bulamadı bu çevrede ve unutulup gitti.”
“Evi neredeydi? Bir fikriniz var mı?”
“Kalamış’ta. Muhasebeden alacağı varmış, adresini verip götürmemi istemişlerdi. Ben de
götürdüm ama çok kaba davrandı.
“Nasıl yani?”
“İçeri bile almadı, parayı alıp kapıyı suratıma kapatıverdi. Uyurgezer gibi bir hali vardı.”
Feride o akşam hava kararmadan eve döndüğünde, gökyüzünde uçan kuşlar kadar neşeliydi.
Özlem sofrayı hazırlamış, Işık’ı uyutmuş onu bekliyordu.
“Bu ara pek gizemlisin Feride Anne.”
“Yok be kızım ne gizemi, sadece temiz hava ve biraz yürüyüş. Benim yaşımda hareket şart
yoksa tutulup kalırım.”
“Sen yeterince hareketlisin zaten. Işık’ın peşinden koşmak kolay mı? Bürodayken hep aklım
sizde. Senin yorulmanı istemiyorum.”
“O beni yormaz. Işık benim canım.”
“Biliyorum ama gene de…”
“Hadi hadi otur da yiyelim, hazır kız uyurken.”
Ertesi sabah Feride Işık’ı arabasına koyup Kalamış muhtarlığına gitti.
“Cemil Uygar kaydını buradan aldırdı” dediler.
Bir an bütün umudunu kaybetti. Bebek arabasına tutunup kendini muhtarlıktaki bankın üstüne bırakıverdi. Az sonra silkinip dikildi yine muhtarın karşısına.
“Nereye aldırmış acaba öğrenebilir miyiz?”
“Hemen bakalım. İşte burada Ümraniye’ye taşınmış. Kumru Sokak No 25, daire 1.”
Feride Işık’ı arabadan kaptığı gibi havalara kaldırdı. “Senin şansın bu kuzum, işte bulduk babanı” diye kulağına fısıldıyor, o sevinçle bebeği öpüyordu.”
Muhtarın garip bakışları Feride’nin aklını başına getirdi. Sakinleşti ve Işık’ı arabasına bırakıp kibar bir tebessümle muhtara teşekkür edip oradan çıktı. Eve koşar adımlarla dönüp yeni bir ninni uydurdu. Uyusun da büyüsün maşallah/ babasını öpsün inşallah. Işık’ta bu ninniyi beğenmiş olmalı hemen gözlerini yumdu. Feride parka bakan pencerenin önüne oturup yeni planlar yaparken masa örtüsünün püsküllerini bir bir düzeltiyordu.
Ertesi sabah günlerden pazardı ve Özlem evdeydi.
Feride “Bir arkadaşımı ziyaret edeceğim” diyerek çıktı evden. Taksi adresi kolayca buldu. Hiç tanımadığı bir mahallede, hiç bilmediği bir evin önünde indi arabadan. Kapı önünde duran adama adresi gösterdi. Adam garip garip baktı Feride’ye, hiçbir şey demeden parmağıyla bodrumu gösterdi. Merdivenlerden aşağı doğru inerken içini bir kaygı kapladı. Bu geçkin yaşında yaptıklarına inanamaz olmuştu. Yanlış bir işe giriştiğini düşünerek indiği her basamakla birlikte korkusu da artıyordu.
Merdivenin bittiği yerde aralık duran sarı boyalı bir kapı vardı. Sarı sevdiği renkti. Feride’nin içini ısıttı güneşin rengi, önce başını içeri uzattı. Kimseyi göremedi. Bir an geri dönmeyi düşündü ama kendine yediremedi. Zorluklarla bulduğu bu adreste gerekirse sabaha kadar oturup Cemil’in gelmesini beklemeye karar verdi.
Kendi kendine “Işık için, Işık için” diye tekrarlayarak sakin adımlarla girdi odaya. Gözüne ilk çarpan, yere serili bir yatak oldu. Oda kasvet ve keder kokuyordu, pencereler tavana yakın olduğundan etraf loştu. Bir masa, kirli kumaşı yırtık bir koltuk ve bir iskemle dışında eşya yoktu. Yatağın yanında yerde duran parlak kristal abajur, etrafıyla uyum sağlayamamış getirildiği eski yere geri dönmek ister gibiydi. Üstünde yürüdüğü halı kirden pek görünmese de nadide olduğu belliydi. Feride, iskemleyi masaya doğru çekip etrafa pek değmemeye dikkat ederek oturdu ve “Bu ne tezat!” diye söylendi.
O sırada yatakta bir kıpırtı oldu. Feride boş sandığı odada bir canlı olduğunu anladı birden. Yerinden kalkıp yatağa doğru birkaç adım attı. “Pardon, Cemil Uygar’ı arıyordum.”
“Buldunuz işte!”
Sesin nereden geldiği hiç anlamadı. Yatağa dikti gözlerini. Eski püskü kirli bir battaniyenin üstüne uzanmış yatan kuzguni gölgeyi o zaman fark etti Feride. Gölge, Cemil Uygar’dan ayrılıp ayağa kalktı. Yoğun bir duman gibiydi, adeta insana benzer bir formu vardı. Feride korkuyla geri geri kaçtı. Girdiği sarı kapıya ulaşınca sırtı kapıya dayandı ve çaresiz durdu.
“Korkmayın efendim. Ben sadece onun gölgesiyim. Düşünün bir kere, bir gölgeden ne kötülük gelebilir? Ayrıca Cemil iyi bir insandır. Ben de onun gölgesi olduğumdan fena biri sayılmam.”
“Anlıyorum, yok yok aslında anlamıyorum. Daha önce hiçbir gölge benimle konuşmadı da…”
“Haklısınız efendim. Ben de bugüne kadar kimseyle konuşmamıştım ama bugün mecburum çünkü o burada yatmış ölümü bekliyor.”
“Hayır hayır o ölmemeli!”
“Aynı fikirdeyim efendim. Ölmek için daha çok genç.”
“Lütfen bana efendim deyip durma gölge. Benim adım Feride. Cemil’in dolaylı yoldan bir yakınıyım. Onun ölmesine asla izin vermemeliyiz.”
“Tamam Feride Hanım anlaştık. Bilirsiniz ölülerin gölgesi olmaz, ben de bu genç halimle yok olmak istemiyorum.”
“O zaman anlat bakalım ne oldu, neden ölümü bekliyor?”
“Ah bilseniz neler oldu neler… Adonis kompleksi diye bir şey duymuş muydunuz?”
“Hayır.”
“Cemil, tanrının özene bezene yarattığı bir kulu. Tek çocuk, onu seven bir ailesi var. Öyle kafası boş biri de değil. Fen fakültesinde okurken bütün kızlar peşimizdeydi. Ah ne günlerdi o günler. Cemil kızlarla flört ederken ben de onların gölgeleriyle oynaşırdım.”
“Yahu kısa kes, çok zamanım yok benim.”
“Tamam tamam, kimya bölümünü bitirdi. Hemen arkasından konservatuvarın tiyatro bölümüne girdi. Ailesi gene hoş karşıladı.”
“Şimdi neden bu durumda, ailesi neden ilgilenmiyor.”
“Haberleri yok da ondan. Onlarla bağını çoktan koparttı.”
“Kompleks filan diyordun.”
“Evet, bütün olay bir oyunda rol almasıyla başladı.”
“Yani..?”
“Yani Adonis rolünü verdiler ona, yakışıklı ve güzel olduğundan. Yetenekli olduğundan değil çünkü sadece hevesliydi. Aramızda kalsın bence kabiliyet sıfır. Zaten kısacık bir rolü vardı. Sadece iki replikle sınırlı. Ancak sahneye yarı çıplak çıkıyor ve bütün kaslarını sergiliyordu.”
“O oyunu ben de görmüştüm sen anlatınca gözümde canlandı, hayal meyal hatırlıyorum o sahneyi.”
“O sahneyi ben de çok severdim. Işıklar dört bir yandan bizi aydınlatınca sayımız artardı. Bir sürü gölge olup iç içe geçer çok eylenirdik.”
“O rolden sonra ne oldu?
“Sonra değil o rol sırasında, Adonis’i oynarken oldu olanlar. Her akşam temsil vardı. Günlerini ise spor salonunda geçirmeye başlamıştı. İşte kompleks ya da çatlaklık fark etmez, ne dersen de, o günlerde çıktı ortaya ve bütün hayatımızı altüst etti. Güzelliğiyle yetinmemeye, aynaların önünde saatlerce durup kendini incelemeye başladı. Daha çekici, daha yakışıklı, daha kaslı, daha gösterişli olmak için bazen aletlerle bazen de ağırlıklarla çalışıyordu. Ben hiç hoşlanmazdım spor salonundan. Ter kokardı leş gibi. Işığın nereden geldiği belli olmadığından bütün gölgeler birbirine karışırdı. Çaldıkları müzik deseniz beş para etmez. Dan dan insanın kafasına vurur gibi. Bir gölgenin bile dayanması zor cinsten. Bu yüzden ben bir an önce kendimi dışarı atmak isterken, o neredeyse oyunun başlama saatine kadar antrenmana devam eder, soluğu kesilse bile pes etmezdi.”
“Vah vah, kafayı yemiş besbelli.”
“Hem de nasıl… Bu kadarla kalsa gene iyi ama yetinmedi bir de üstüne ilaçlara başladı. Bak işte boş kutuları masanın üstünde duruyor.”
“Ne ilacı?”
“Çeşit çeşit protein tozu ve anabolizan steroidler.”
“Sana da bravo vallahi, gölgesin mölgesin ama bilmediğin yok.”
Gölge göğsünü kabarttı ve ellerini iki yana açıp hafifçe öne eğildi “Haklısınız Feride Hanım.
Onun gölgesi olmak pek kolay değildi.”
“Pekâlâ ne işe yarar bu zımbırtılar?”
“Kasları şişirmeye ama öte yandan bedeni içinden kemirmeye. Hatta melankolik depresyona. İşte sonuç ortada. Adam ölmeye yattı diyorum ya…”
“Deme oğlum gölge, öyle şeyler deme. Bu Cemil’in hiç mi kafası çalışmıyor, nasıl düştü bu duruma.”
“Anlattım ya, Adonis kompleksi işte böyle bir şey. Bir kere kendini kaptırınca gerçekler siliniyor. Ne akıl fayda ediyor ne eğitim.”
“Ya ailesi? Hani onu çok seven bir ailesi var demiştin.”
“Onları dinlemedi ki. Annesi ağladı yalvardı, babası tatlı sert çıkıştı. E koca herif, elini kolunu bağlayamadılar, eve kapatamadılar. Sonunda babası ‘Senin ölümünü izlemek istemiyorum’ diyerek bizi evden kovdu. Düşünün bir kere, hiçbir suçum yokken şu başıma gelenleri hak etmedim ben. O şiştikçe ben de şiştim.”
“Bak gölge oğlum, belki Cemil’in acil bakıma ihtiyacı vardır. Kısaca anlat bana nasıl bu hale geldiniz? Bu kömürlükten bozma odaya nasıl düştünüz?”
“Tamam tamam, burası bir arkadaşının. Bize acıdı, buraya sığınmamıza izin verdi. Giderek aldığı ilaçların dozunu aşmaya başladı. Karaciğerine ve böbreklerine zarar verdiğini biliyor ama kendine engel olamıyordu. O ara işsiz ve beş parasız kaldı. Aslında bu kurtuluşumuz olabilirdi ancak bu sefer de depresyon ve gurur yapıştı yakasına, evine dönmeyi göze alamadı. Sonunda hücreye benzeyen bu sığınakta bulduk kendimizi.”
“Anlıyorum, para yoksa tehlikeli ilaçlar da yok.”
“Aynen, ama yiyecek de yok. Şu halime bir bak!” Gölge Feride’nin önünde salınmaya ve garip el kol hareketleri yapmaya başladı. Ne hale geldiğimizi görüyor musunuz? O bir deri bir kemik kaldı, ben bir çizgiye dönüştüm. Anahtar deliğinden bile geçebilirim. Bakın göstereyim mi nasıl geçiyorum.”
“Hayır hayır, lütfen gösterme…”
Yatakta bir kıpırtı olunca, gölge hemen eski yerine, boylu boyunca Cemil’in üzerine uzandı. Feride oturduğu yerden kalktı, yer yatağına eğilip Cemil’in omzunu hafifçe dürttü.
“Cemil Bey oğlum, haydi bir gayret gösterin sizi hastaneye götürmek istiyorum.”
Cemil sadece homurdandı. Feride gölgeye seslendi ama o da cevap vermedi. Bir an paniğe kapıldı, çaresiz kaldı, ne yapması gerektiğine karar veremedi. Dönüp hızla kapıya doğru yürüdü ama çıkamadı. Hemen geri gelip aynı iskemleye oturdu ve çantasından çıkarttığı telefondan ilk yardımı arayarak adresi verdi. “Çok acil” dedi “lütfen bir ambulans gönderin.”
Baygın Cemil’i hastaneye taşıdılar. Yapılan tahliller ve Feride’nin anlattıkları doktorlara yardımcı oldu. Işık’ın babasının damarlarında can yeniden akmaya, hücrelerine yaşam dolmaya başladı.
Feride gölgeye seslendi “Söyle efendine, sizi çok büyük bir sürpriz bekliyor.”
O akşam içindeki huzurla döndü eve.
Feride her gün ziyaret etti onu. Hiç görünmeden, Cemil’le hiç tanışmadan, uzaktan izleyerek, doktorlardan bilgi alarak geçirdi günlerini. Her seferinde gölgeye seslendi ama o Cemil’e yapışmış hiç ayrılmıyor, Feride’yle hiç konuşmuyordu. O zaman anladı, ölüm korkusu yoksa konuşmazdı hiçbir gölge, sahibine sadık kalırdı sonuna kadar.
Bu ziyaretlerden birinde, Cemil’in yataktan kalkıp hastane odasında dolaştığını ve camdan baktığını gördü. O zaman Özlem’e hak verdi. Kim olsa âşık olurdu bu güzelliğe. Elinde mızrağıyla ormanda dolaşan bir yarı tanrı. Onu böyle sağlıklı görünce gururlandı Feride. Ya yetişemeseydi ya yok olsaydı bu genç adam, o karanlık odada, o pis battaniyenin altında gölgesiyle birlikte çürüyüp toza toprağa karışsaydı…
21 Haziran günü Feride kocaman bir pasta aldı. Özlem’e “Işık’ın doğum gününü hastanede kutlayacağız” dedi.
Özlem bir şey sormadı, “Nasıl, niçin, neden?” demedi. “Vardır elbet bir bildiği” dedi. Bu ara garip davranışları vardı Feride Anne’nin.
Yengeç Ekinoksu’nun olduğu gün üçü birlikte Cemil’in odasına geldiler. Feride “Kutlama var!” dedi. Cemil tanımadığı bu insanların ellerinde çiçekler ve kutularla odasına doluşmasına hiçbir anlam veremedi. Başını sallayarak onları buyur etti. İyileştiği için kutlama yapıldığını sanıyor, kendi kızının doğum günü olduğunu elbette bilmiyordu. Ya Özlem… Şaşkınlıktan dili tutulmuş, korkudan Feride’nin arkasına saklanmış kucağında bebeğiyle kapıdan kaçıp gitmeyi düşünüyor ama olduğu yere çakılmış kıpırdayamıyordu.
Onların yaşamı iç içe geçen halkalardan oluşmuştu. Feride dışında hiçbiri bunu bilmiyordu. Gölge bile. Birazdan Işık becerebildiği kadar pastayı üfleyecek, ilk defa annesi ve babasıyla birlikte olacaktı. Şimdilik hepsi susmuş Işık’ı alkışlıyordu. Birazdan tanışılacak, konuşulacak ve bu muhteşem sürpriz her birinin hayatına yepyeni bir boyut katacaktı. Gölgeninkine bile.
Bu değişimin olumlu ya da olumsuz sonuçları olabilir elbette. Önceden bunu kestirmek zor ama hayatın ta kendisi bu değil midir?
Umarım onlar emiştir muradına, biz çıkalım kerevetine.