“Kasabanın iki ucunda oturan, iki huysuz ihtiyar varmış: sıcak ve soğuk. Sıcak, kasaba sokaklarında görünmeye başlayınca; soğuk, hemen evine kaçar ve kasabaya altı ay uğramazmış. Bilirmiş ki, altı ay sonra sıra ona gelecek. Aralarında bir centilmenlik anlaşması varmış. Kimse kimsenin hakkını çiğnemez, vaktinden önce kasabaya gelmeyi aklının ucundan bile geçirmezmiş.”
Kış, evinden çıkıp ağır ağır kasabanın sokaklarını çiğnemeye başladığında anneannem önce yukarıdaki masalı anlatır, sonra yerinden kalkar, kâğıda sarıp divanın altına ittirdiği tuğlasını çıkarır, sobanın üzerine yerleştirirdi. O zamanlar kömür sobalı evlerin yanı sıra gaz sobalı evler de vardı. Anneannemin evi, gaz sobalı olanlardandı. Gaz sobası, kömür sobası gibi öfkeli değildir. Ortamı da kömür sobası gibi cehenneme çevirmez. Sakin sakin yanar, ılık bir hava verir odaya.
Klima ise tanıştığımız bir şey değildi daha. Gerçi mühendis Carrier; klimanın patentini yüzyılın başında almış, ev tipi klimaları ise yarım yüzyıl önce üretmeye başlamıştı. Sadece kışın soğuğu için değil yazın sıcağı için de bir alternatif olan klimanın bizim buralara gelmesine daha çok vardı. Adanalıların kadirbilirliğini de buraya not düşelim: Rekor sıcaklarla karşılaştığımız bu ay, Amerikalı mühendis Carrier’in klimayı icat edişinin 121. yıl dönümü nedeniyle bir grup Adanalının, onun anısına tatlı dağıttığını yazdı gazeteler.
Soba konusu, bir başka yazının konusu olacak kadar bereketlidir. Sobalarla ilgili birkaç cümle son kez kurup bu bahsi şimdilik kapatayım: Kömür sobası uğraştırıcıdır. Nakliyesi, koyacak yer bulması, külü gibi bir sürü sıkıntısı vardır. Gaz sobası ise kanaatkârdır. Evin balkonunda duran gaz bidonu ile yetinir. Başka da bir şeye ihtiyaç hissetmez. Bidon, sobanın yakıt deposudur. Belli zamanlarda evin önüne bir gaz tankeri gelir, hortum yukarı çekilir, bidon doldurulup kışa hazır hâle getirilirdi. Çocukken bazen tankerin yanında, bazen de balkonda -çok ayak altında dolaşmadan, göze batmadan- oturur izlerdim bu törensi faaliyeti.
Dönelim anneanneme. “Anneannemin kışa ilk hazırlığı, tuğlasını sobanın üzerine yerleştirmekti,” demiştim. Bundan sonrası ise, sobada ısınan tuğlayı ihtiyaç hissettikçe bir bezle dikkatlice tutup yine bez bir torbaya yerleştirmekti. Torbanın ağzını büzerek ayakları üşüyorsa ayaklarının altına, karnı ağrıyorsa karnına koyardı. Sıcak su torbası henüz bilinen bir şey değildi. “Termofor” da denilen torba çok sonraları göründü evimizde. Tuğlaya göre daha pratikti tabii ki. Bir adı da “su tuluğu” olan bu torba giderek çeşitlendi. Hatta “şarj edilebilir sıcak su torbası” gibi şaşırtıcı bir türüne de denk geldim. Kauçuktan yapılan bu sıcak su torbaları, artık kılıflarıyla da satılıyor. Anneannemin tuğlayı içine koyduğu bez torbanın işlevini görüyor bu kılıf. Ama bu sıcak su torbasına zaman var daha, 70’li yıllardayız. Sıcak su torbası eve girene kadar emektar tuğla, sobadan aldığı ısıyı anneanneme iletmeye devam edecek. Bir tür aracı o. Bir şifacı aynı zamanda. Verdiği sıcaklık geçici olsa bile bir süreliğine soğuğu kırarak kullananı mutlu ettiği de bir gerçek.
Sıcaklar bastırınca anneannem geliyor gözümün önüne. Yerinden ağır ağır kalkıyor, “Kış, evine döndü artık,” diyor. Sobanın üzerinden tuğlayı alıp kağıtlara sarıyor özenle, divanın altına ittiriyor. Anneannemin evi kalmış olsaydı eminim ki, o tuğlayı divanın altında, son bıraktığı yerde elimle koymuş gibi bulurdum. Mevsim dönümlerinde de anlattığı masal düşüyor aklıma. Pencereye gidiyorum gayriihtiyari, o iki huysuz ihtiyarı sokakta nöbet değişiminde yakalayabilir miyim umuduyla.