2199 yılında, gerçeklik bir ayna gibi kırılmıştı. İnsanlar, kimliklerini yalnızca birer dijital iz olarak algılar hale gelmişti. Sokaklar, parlayan ekranlarla kaplıydı; ancak bu ekranlar, yalnızca parıltılı reklamlar değil, aynı zamanda insanların unutulmuş hayallerinin yankılarıydı.
Herkesin adının bir kod olduğu, kişisel tarihlerin bir arşivde saklandığı bu dünyada, kimliklerini kaybedenler için bir çözüm vardı: Uçan poşetler. Bir zamanlar çöp toplamak için kullanılan bu poşetler, şimdi insanları her yere taşıyan, unutulmuş hatıraları geri getiren, ama çoğunlukla hayallerinin yükünü daha da ağırlaştıran birer araca dönüşmüştü.
Ana karakterimiz Zeynep, geçmişteki kayıplarının ağırlığını sırtında taşırken, bir gün bir poşet buldu. Poşet, parlak mavi renkteydi ve içinde tuhaf bir melodi taşıyordu. Melodi, Zeynep’in aklındaki kayıpları ve kimlik çatışmalarını yansıtıyordu. İçindeki nota parçaları, ruhundaki boşlukları esnetiyor, ona uçuşan bir hafıza sağlıyordu.
Zeynep, poşeti eline alır almaz, içinde bulunduğu kentin çehresi değişmeye başladı. Gökdelenler, dev bir kum havuzuna dönüşüp, eski çocukluk hayallerini suya çağırıyordu. Uçan poşet, onun için bir kapıydı; geçmişe, kayıplara ve unutulmuş bir kendiliğe. Ama unutulan her şey, bir bedel gerektiriyordu.
Her havalanışında, Zeynep, kaybettiği insanların izlerini buluyordu. Ancak her iz, onun ruhunda bir yaraya dönüşüyordu. Bu uçan poşetlerin sırlarını keşfettikçe, şehrin karmaşası ve çürüyen hayalleriyle yüzleşmek zorunda kaldı. Her nota, her hatıra, onun kimliğini şekillendiriyordu ama aynı zamanda onu daha da kaybolmuş hissettiriyordu.
Bir gün, poşet onu terk etti ve Zeynep’in gözleri önünde uçtu. O an, bir hıçkırıkla yanına oturduğu boşluğu hissetti. Gözlerinin önünde beliren görüntüler, onu korkutmaya başladı: çürüyen binalar, eski dostların yüzleri ve kaybolmuş anılar. Her şey, birer birer çürüyen bir makinenin parçaları gibi, etrafa savruluyordu.
Zeynep, hayatının en büyük kaybını yaşıyordu; kendisini. Uçan poşet, geride bıraktığı hatıralarla ona bir şarkı fısıldıyordu. Şarkı, hem neşeli hem de hüzünlüydü. Düşmüş bir dünyanın içindeki parıltılı hayallerin yankısıydı. Ama Zeynep, bu melodiye uymayı reddetti. Kayıpların yükü altında ezilmek istemiyordu.
Kentin kalbinde, bir çatı katında bulduğu eski bir kayıt cihazını açarak, tüm kayıplarını not almaya başladı. Her anıyı, her kaybı yeniden yaşamak ve yeniden biçimlendirmek için bir şans bulmuştu. Bu, onun yeni kimliğini oluşturma yolunda attığı ilk adım olacaktı.
Zeynep, o günden sonra kayıplarını birer birer kucaklamaya karar verdi. Uçan poşetler, artık sadece birer araç değil, aynı zamanda geçmişle barışmanın bir yolu haline gelmişti. Her uçuş, yeni bir hikâye, yeni bir şarkı, yeni bir kimlik demekti. Belki de kayıplar, aslında birer yeni başlangıçtı.