Sela sesiyle uyandım bu sabah. Hamdi’nin küçük oğlu Ayaz’ın selası. Dün çıkarıldı gölden cesedi. Ne anlıyor orada oynamaktan bu çocuklar hiç bilmiyorum. Gerçi zamanında bunların babaları, dedeleri de bu gölde çok kayıp vermiş ama onların maceraları başkaymış. Sözüm ona dibinde hazine varmış da bulanın yedi sülalesine yetermiş. Kim söylediyse bunu, giren çıkabiliyor sanki. Sırf o hazineye ulaşmak için yıllarca köyün erkekleri yüzme öğrenmiş hatta bazı bazı gurbete gidip dalış dersleri alanlar bile olmuş. Yeterli kayıp verildiğine kani olduktan sonra gölden uzak durmaya karar vermişler. Gel gör ki yıllar geçip bu adamların çocukları büyüyünce -gölün lanetinden midir nedir- bu sefer de onlar dadandı göle. Dertleri oyun oynamak. Ömrü hayatlarında deniz görmediklerinden, bu dipsiz göl onları çekiyor zannımca. Taş sektirme yarışı, uzağa taş atmaca derken kendilerince oyunlar oynuyorlar gölün etrafında. Birkaç kez uzaktan seyrettim, oradan biliyorum; yoksa benimle oynadıkları falan yok. Geçen gün de Ayaz, gölün kenarındaki ağaca çıkmış uzağa atmak için ve atmış. Zafer uğruna kendi ziyan oldu, o başka. Çok üzüldüm ölüm haberini duyduğumda. Halbuki daha geçen hafta kafasını yarmıştım taşla. Hilkat garibesi diye diye arkamdan koşturuyordu. Uyardım kaç defa yapma diye anlamadı.
Annem cenaze evine gitmek için hazırlanıyor, ben de giyeyim pijamamın üstüne babaannemin eteğini de gideyim bari taziyeye. Sabi çocuk sonuçta, bir dua okuyayım.
Annem önde ben arkada girdik eve, evde kıymalı pide kokusu. Birileri mutfakta servise hazırlanıyor.
“Ayranları diz tepsiye Fatma.”
“Sen de tabakları hazırla kızım, hadi. Acıktı herkes.”
Festival mi var, nedir bu yemek sevdası? Sorsan herkes yaslı. Oturma odasına giren annemin peşinden seğirttim, bulduğum ilk mindere oturdum, anneme de komşular el etti, gitti onların yanına sığıştı. Ayaz’ın anası “Benim yiğit oğlum, kınalı kuzum” diye dövünüyor, ağlıyor. Bir an kafasını kaldırıp beni gördü, bastı yaygarayı “Çık buradan çık, pis ucube.” Herkes aşağılayan gözlerle bana baktı. Ben ne yaptımsa!
Deli gibi koştum dışarı, bir yandan eteği tutuyorum düşmesin diye. Nefes nefese ulaştım avluya. Annem gelmemiş peşimden, Hamdi’nin karısını sakinleştiriyor herhalde. Ne diyor acaba? Ucube olduğumu onaylamıyordur umarım. İnsan çocuğuna ucube denmesini sineye çekebilir mi hiç? Kendimi kandırma konusunda usta olduğumdan bir iki yıl önce annemin Nazlı ablaya benim için söylediklerini düşünmemeye çalışıyorum. Benim duymadığımı sanıyordu, oysa beğenmediği kepçe kulaklarım her şeyi duyuyor: “Hiç inanamıyorum onu benim doğurmuş olduğuma. Köyde ebeye doğurtsaydım keşke, hastanede karıştı herhalde.”
Gerçi onun çocuğu olduğuma inanmamakta hakkı vardı. Kırklı yaşlarını sürüyor olmasına rağmen o çok güzel ve alımlıydı. Gençliğini anlatmıyorum bile köyün yarısı hastaymış anneme. O babama varmış. Babam yerine başka biriyle evlense böyle bir “ucube”ye sahip olmayabilirdi bence. Babamın seyrek saçlarını, babaannemin kemerli burnunu, dedemin kepçe kulaklarını, amcamın çenesindeki büyük et benini, halamın parantez bacaklarını alınca ortaya ben çıkmışım. Babamın boyu bosu, kaşı gözü ve hiç şüphesiz dolu cepleri kusurunu kaparken; babaannemin, dedemin, amcamın, halamın diğer güzel yanları kusurlarını örtmüş, benimse hepsi bir arada halim birbirini örtememiş. Gün gibi ortada bütün çirkinliğim. Kalp güzelliği laf salatası zaten. Zamanla o güzelliği de -insan doğuştan iyidir diye düşünürüm hep- yolda kaybettim. Kayıp da değil bile isteye bıraktım. Uzunca bir süre insanlara kendimi sevdirmeye çalıştım. Başarılı olayım, güzel giyineyim, örnek davranışlar sergileyeyim dedim. Baktım hiçbir karşılığı yok. Sınıfta okumayı ilk öğrenen bendim ama öğretmenimin umurunda değildim. Arkadaşlarıma küçük küçük hediyeler, şekerler, çikolatalar hatta çok sevdiğim kalemlerimi verirdim. Onları alırlardı ama beni oyunlarına almazlardı. Annemler bile gezmeye giderken beni götürmemeye başlamışlardı. Hele bir keresinde, dayım askerdeyken, ziyarete gittiler İstanbul’a. Gitmişken gezeceklerdi de. Beni götürmediler. Babaanneme bıraktılar. Dokuz yaşında çocuğu yeni yerler görmeye götürmediler, el kadar akça pakça, her gördüğünü isteyen, her arzusunu ağlayarak elde etmeyi başaran şımarık kızlarıyla gittiler. Çirkinsen iyi olmanın faydası yoktu, güzelsen de nasıl davrandığının önemi. Her türlü seviliyordun. Bunu çok net anladım. Günlerce ağladım ve yeniden doğdum. Artık çalışkan olmayacaktım, dersleri boşladım, ders düzenini bozdum, canımı sıkanı dövdüm derken okuldan atıldım. Mahallede indirmediğim cam, patlatmadığım top, kızdırmadığım komşu kalmadı. Beni gören yolunu değiştirmeye başladı. Babaannemin bana katbekat büyük kıyafetlerini giyip giyip dolaşmaya başladım. Eskiden çirkindim artık ucube olmuştum. Zaman zaman “hilkat garibesi”, “mahallenin delisi” gibi isimlerle seslenildiği de olurdu.
Cenaze evinden koşar adım çıkınca meydandaki parka gittim. Çocuk sesleri, kuş sesleri, rüzgârda salınan yaprakların hışırtısı iyi gelir diye düşündüm. Şansıma birkaç ufaklık oynuyordu. Anneleri biraz geride çimlerin üzerine oturmuş sohbet ediyordu. Ben de çınarın altındaki banka oturdum, onları izlemeye başladım. Ağacın dalına bir alakarga kondu, ağzında kocaman cevizi. Konduğu daldan ağzındakini bıraktı. Sonra yere konup dağılan ceviz içini yemeye başladı. Kuşun yerde olduğunu gören çocuklar bir hışım koştular bankın yanına. Anneleri farkında değil, sohbet koyu belli ki. Karga onların gelişiyle havalandı tekrar, çocuklar da ondan kalanları tırtıklamaya başladı. Bir baktım bir tanesinin sesi çıkmıyor, gittikçe morarıyor, en son arka üstü devrildi. “Çocuk, çocuk boğuluyor” diye bağırdım. Kadınlar koşarak geldiler, bir tanesi daha çocuğu görmeden başladı dövünmeye, anası bu olmalı. İyi de hani nerde soğukkanlılık! “İmdat, imdat!” diye bağrışıyorlar sadece. Yok olmayacak böyle! Gittim kaldırdım çocuğu. Bir yandan internette izlediğim, çocuğun hayatını kurtaran otobüs şoförü videosunu aklıma getirmeye çalışıyorum. Sırtını çevirdim, ellerimle sardım. Sağ elimi yumruk haline getirip iki kaburgasının birleşim noktasına alttan yukarı doğru bastırdım ve iki hamleden sonra çocuğun nefes borusuna kaçan ceviz parçası fırladı. Çocuk tekrar nefes almaya başlayınca, ana oğul sarılıp ağladılar. Kadın kafasını kaldırıp minnet dolu gözlerle bana baktı. Burnu çeke çeke “Allah razı olsun” dedi. Biraz sonra çocuk da anasının kucağından kalkıp yanıma geldi, küçücük kollarıyla bana sarıldı. En son ne zaman biri bana sarılmıştı, hatırlamıyorum bile. Sanırım şimdi ağlama sırası bendeydi. Eğilip öpmek istedim. Toparlanan anne ayağa kalktı ve araya girdi. Çocuğunu keskin bir hareketle benden uzaklaştırdı. “Tekrar teşekkür ederiz.” Gittiler, arkalarına bile bakmadan…
Ayrıldım parktan. En iyisi dipsiz göle gitmek, kimse yoktur orda şimdi. İnsan görmek istemiyorum. Dövsen dert, sevsen ayrı dert… Gölün etrafı epeyce çamur olmuş. Arama kurtarma ekibi, giren araçlar falan epeyce zarar vermiş çevreye. Neyse ki karşı tarafta kuru bir ağaç altı bulup oturdum. Gölde zıplayan kurbağaları izlemeye başladım. Nasıl da eğleniyorlar? Kurbağalar da çirkindi ama oynayacak arkadaşları vardı. Ne güzel! Demek çoğunluğa uyunca çirkin de olsan sıkıntı olmuyor. Farklıysan, bedelini ödetiyorlar…
Taş atmaya başladım göle, bayağı da iyiydim bu konuda, ne kadar da uzağa attım. Bak, görüyor musunuz nazar değdirdim kendime! Kıyıda kaldı biri. Gittim kıyıya, eğilip aldım, suya yansıyan aksim dikkatimi çekti. Ben şimdi bu suya düşsem, kimin umuru olur ki? Hatta yokluğumu ne zaman fark ederler acaba? Kayboldum diye sevinip hiç arayıp sormazlar belki de…
Düşsem….
Düşeyim…
Düşşşş
tüm…