İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Bu, can arkadaşımın annesinin hikâyesi.

Daha doğrusu ona yakıştırdığımız bir masal.

Ben masal diyedurayım, siz değil deyin.

Karar elbette sizlerin, benden söylemesi:

Gökten düşecek üç elma hazır bile. İnanırsanız elmalar size…

Evvel zamanın birinde, gelinlik çağında bir laz kızı varmış.

Dal gibi boyu, incecik, üflesen uçacak bedeni varmış…

Masmavi gözleri, başak sarısı saçları varmış.

Depderin bakan gözleri karşısındakinin ta içinin en gizli kapaklı yerlerine takılır gibiymiş de “Amaaan deli gelin bakma öyle, neyimizi gördün ki” derlermiş onlar da…

Hadi gel de su taşıyalım, azığımızı alalım, yayılalım çayıra çimene hem konuşalım hem yiyelim,” derlermiş.

O tövbe billah sokulmazmış aralarına. Yalnız dolanmayı, iş yapmayı, işini bitirdikten sonra da pencerenin kenarına kurulup karşıdaki yaylaları, yeşil vadileri seyre dalar, hülyalar kurar ama öldürseler söylemezmiş aklından geçenlerini.

Gel zaman git zaman derken, günün birinde oralara tapu müdürünün yolu düşmüş.

Gözleri engin denizlerin mavisi kadar katıksız ve derin bakan sarı saçlı, upuzun boylu fidan geline sevdalanıvermiş.

“İsterim de isterim” demeleri tükenmeyince annesini ikna etmiş, istemeye göndermiş. Sonra da bir kervanla almış gelini getirmiş bambaşka bir Karadeniz yöresine. Oranın da yeşillerden yeşil vadileri, şırıl şırıl akan suları varmış.

Gök gözlü gelin yadırgamamış, ama oradaki her bir kişiye de daha derin, daha sabit bakmayı sürdürmüş. Delici nazarlarıyla da kısa sürede tanınır, bilinir olmuş.

Konu komşu, hısım akraba işi gücü bırakıp çözmeye çalışmışlar durumu. “Yanımıza çekersek gelini, çoğa kalmaz bırakır bize öyle bakmayı, kaynar gider aramızda” diye düşünmüşler ama gelin ne onlara sokulmuş ne de tenlerini delip geçen, ta içlerini gören bakışlarını bir yana bırakmış.

İçlerini dışarı dökeceğinden ikirciklenenler “uhhh, ebaaaa!” deyip deyip dizlerine vurup, ‘çık çık’lanarak burun kıvırıp bir bir uzaklaşmışlar yanından.

Gitgide çekinir olmuşlar mavi gözlü çakır gelinden. Ama pek de belli etmek işlerine, ünlerine gelmemiş. Fısır fısır konuşur, duymasından da korkarlarmış neme lazım.

Gün gelmiş, kış da geçmiş, bahar da geçmiş. Gözleri çakır, bedeni fidan, saçları başak gelinin içinde bir yürek pıt pıt etmeğe, bir can büyümeğe niyetlenmiş. Gelin bu kez gözlerinin şeffaf ışığını kendi içine tutar tutmaz bir memnun olmuş, bir serinlemiş, bir ferahlamış, bir gönenmiş. Her gören anlamış, içinin şenliğini, cümbüşünü, neşesini. Ama yine sessizliğini bozmamış, yine kimselere pek yakın olmamış. Öylecene kendisiyle haşır-neşir kalmış.

Zaman yaylaya çıkma zamanı olmuş, buğu topraktan yükselip de oralılara soluk almayı çok gördüğünde, sızım sızım nem sızlamaları başlayıp çekilmez olduğunda, “Haydi yollanalım,” demiş yaşı büyük, sözü buyruk olanlar.

Yükseklere yol görünmüş.

Kap-kacaklar, yün döşek-yorganlar, sırtlarında nakışlı bohçalar, erzak, hamur bakraçlar, ıngıl ışık çallım kaşık sıralanıp tırmanmaya koyulmuşlar oğlu tapu müdürü olan kayınananın soyu sopu, konu-komşusu.

Yeşil vadinin rengârenk zinciri olmuşlar, karınca ilerleyişiyle yaylanın yolunu tutmuşlar.

Nemden, boğuntudan kurtaran, latif, serin esintili, suları şırıl şırıl yaylayı kana kana hayaline dalıp kâh az gitmişler, kâh uz gitmişler çokça da dere tepe düz gitmişler.

Çakır gelinin payına da cüsseli balkabaklarının yükü düşmüş. Karnı gibi sırtındaki koca kabaklar acayip bakan yüklü gelinin fidan bedenini ikiye katlamış nerdeyse. Kayınanası görürmüş, yükünü cılız bacaklarının tartmadığını, ama sesini çıkarmazmış.

Konu-komşu da hısım-akraba da bir türlü kendilerine benzetemedikleri, aralarına katıp karıştıramadıkları efsunlu saydıkları gelinin müşkülünü görüp görmezden gelir, gözlerini kaçırırlarmış habire… Kendi aralarında fısıldaşıp dururlarmış ama, “Gelin senin halin ne?” demeye erinirlermiş. 

Sonunda hayli yükseğe vardıklarını, soluklanmak için kenarlık yerden bakınınca anlamışlar. Bir de ne görsünler, boğuntuyu boğazlarına basan nemin tülü altlarında bir yerlerde yeşili örtememiş ama soldurmuşmuş. Yukarılara, onların ayaklarının dibine ulaşmağa kifayet hak getire…Mecalsiz narin tül, katman katman aşağılarında.

Çakır gelin bir ferah soluk almış, salmış, bir daha almış, salmış, bir daha,bir daha…Oracığa çökmüş oturmuş, sallandırmış ayaklarını yardan aşağıya…Delici nazarlarını aşağılara gezdirmekten usanınca uzaklara dikmiş, öylece dalıp gitmiş.

Görünmeyen yerlerden görünmeyen tılsımları, Pan’ın flütünü, çağrı fısıltılarını, ninni gibi duyar olmuş, karnındaki bebesine de dinletmiş, ışığın billur pırıltısını içine içine salmış.

Arş içinde, kendi arş’ında olduğunu fark etmiş.

Hemencecik dal bedeninin yanına, kalçalarını koyduğu toprağa sıraladığı kocca kabakları elleriyle bilmeden, bilincinde olmadan oğalar durur bulmuş kendini, böyle dalıp gittiğinde.  Karnını ovalayacağı, bebesini seveceği, sıvazlayacağı yerde, kabakları sıvazlamak o saat, o an ağrına gitmiş. Sırtındaki ağırlıklarının şimdi ayırdına varmış, ferahlamış yüreğinde duya yazacakmış.

Ansızın ve aniden ufacık fiskeyle ittirivermiş yan yana sıraladığı kabakları. Kabaklar, sırtta taşınmanın rehaveti ve şımarık tembelliğiyle şöyle bir nazlanmışlar, iki nazlanmışlar, durulmayıp zangır zangır kıpıraşmışlar. Iııhhh, olmamış. Kıpırtı, devinmeğe, devinme dönenmeğe, dönenme önü alınmaz yuvarlanışa dönmüş veee kabaklar yallah yârdan aşağı.

Yuvarlanan kabaklardan önce büyüğü paaaat diye patlayıp yarılmış, bir kaya parçasında paramparça olmuş…Görkemli sarı yumaklar yeşil çam kümelerinin ağırbaşlılığına pervasız bir panayır cümbüşü katarken diğer tombul kabağa da yol göstermiş.

Dönenen oturaklı has turuncular, yeşilin neşesi, denizler gibi engin ve derin bakan çakır gelinin tepesinde dolanan kuşlar gibi hafiflemesi olmuş. Uzakların çağrısı, muştu dolu ninni sesi, yakınların çığlıkları, ünlemeleriyle yarışmış.

UHHH, EBAAAA….SEHLUK MUSUN?

Diyen diyeneymiş…

İlk kez susuzluktan daha kora kesmiş dudaklarını aralayıp açmış ağzını gelin: Onca yolu tırmanırken biriniz oralı değildiniz, şimdi niye kabaklara acırsınız! Sehluk’lar siziiii…