Adana doğumlu Özkale, 1986 yılında İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Çeşitli okullarda İngilizce öğretmenliği ve bir tercüme bürosunda çevirmenlik yaptı. 1990-2009 yılları arasında TRT Ankara Radyosu’nda prodüktör; Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği (Assitej) Türkiye Merkezi’nde yaklaşık 10 yıl gönüllü yönetim kurulu üyesi olarak görev aldı. Çocuklar için radyo ve sahne oyunları yazdı, oyun çevirileri yaptı. Halen çeviri yapmaya, öykü, oyun ve roman yazmaya devam etmektedir.

Göğe açılmış bir elin parmaklarına benziyor sıradağlar. Adları oradan geliyor besbelli. En yüksekleri ortadaki, sağdaki ona biraz daha yakın, baştakiyse en küçükleri. Artlarında çarşaf gibi kıpırtısız, parlak mavi deniz. Güneş, ufka erimiş bakırdan bir çizgi çekiyor. Sabah Lefke’den yola çıkan askeri kamyonet, ısına ısına iyice pelteye dönmüş asfalt yolda doğuya doğru ilerliyor. 

İhsan’la Cemal şoförün yanında. Altı er arkada. 

İhsan pencereden başını çıkarıp dışarı, önlerindeki, sıcak toz bulutu tüten ovaya bakıyor. Toprak daha önce üzerinde hiçbir şey bitmemiş gibi kuru. Şimdi böyle de nasılsa yine yeşerecek. Hele bir yağmurlar başlasın. Çatışmalar daha yeni sona erdi sayılır. İhsan batı cephesinde görevliydi. Adanın her yerini bilmiyor, yine de onun gözünde misal bu iç kısımların Çukurova’dan farkı yok. Zaten oradan kopmamış mı zamanında. Ona denizaşırı sömürgeleri hatırlatan, sokakların her iki yanına sıralanmış tek katlı beyaz evlere denk gelmeseler, yerleşim yerlerini yadırgamayacak. Köşe başında birdenbire ortaya çıkan kırmızı telefon kulübelerini de kaldırsalar girdikleri bütün şehirler aynı Mersin, Yumurtalık, İskenderun gibi işte.   

Karnı kazınıyor. Erler ne haldedir kim bilir. Bir yerde mola verseler. Öğleye doğru Güzelyurt’tan geçtiler. Etrafı dolaşıp rapor ediyorlar. Yarın yükleme var, sonra ver elini: Gemikonağı Limanı.  Onlar ne diyormuş: Karavostasi. Gemikonağı ismi daha güzel değil mi. Şoföre döndü. 

“Burada biraz kalalım. Etrafı teftiş edeceğim.” 

Şoför kamyoneti sola çekti. Durdular. 

İhsan kapıyı açıp toprak yola atladı. Cemal onu izledi. Arkaya doluşmuş altı er patır patır döküldüler yere. Postallarının kaldırdığı toz bulutu havayı bulandırırken etrafı genzi yakan acı bir toz kokusu sardı. İhsan bacaklarını açtı, dimdik durdu. Cemal duramıyor ama. Kürek kadar ellerini nereye koyacağını bilemiyor sanki. Kâh arkasına atıyor, kâh şapkasını çıkarıp sırılsıklam alnını kaşıyor. 

“Hayrola Çavuş? Nedir sıkıntın?”

“Ha?” Cemal özür diler gibi baktı. Boyu İhsan’dan uzun. Daha yaşlı gösteriyor, oysa henüz kırkına bile gelmedi. 

“Sabah hanımla konuştuk da komutanım… Kafam ona takıldı. Bizim oğlanın okulundan şikâyet gelmiş.” Tereddüt eder gibi baktı bir an. Söylese mi söylemese mi? “Derslerde uyukluyormuş.” Sinirli sinirli güldü.  

“Niye ki?” dedi İhsan. Gözleri dağlarda.  “Oyun falan mı oynuyor?”   

“Hem de sabahlara kadar!” Üniformasını çekiştirdi Cemal. “Annesini hiç dinlemiyormuş. Sen yoksun diye iyice şımardı, artık baş edemiyorum, diyor. Dönünce hizaya sokmalı keratayı.”

“Düzelir, ergenlikte olur öyle şeyler,” dedi İhsan. Teri şakaklarından yanaklarına akmış onun da. Gözü, önünde hazır ol vaziyetinde duran erlere takıldı. İlk bakışta onları birbirlerinden ayırt etmek güç. Kendi oğulları olsalar bu kadar sevebilir. Birinin tırnağına taş değsin istemez. Aklından geçenler belli olmasın diye kaşlarını çattı. Birden başı döndü. Kaç gündür burnuna dolan kan ve yanık kokusundan midesi bulanıyor, içinde tuhaf bir his geziniyor. Sanki bir şey yapması gerekiyormuş da unutmuş. Kızının sarışın başı, kızıl ışıltılı bukleleri geldi gözünün önüne. Daha sekiz yaşında. Telefonda sesi cıvıldar hep. İlk sorusu değişmez: “Babacığım, ne zaman geleceksin?” Bugün ne? Tabii ya, dün doğum günüydü, sabah aklındaydı, arayacaktı, araya işler girdi, tamamen çıkmış aklından. Saatlerce uyumamış, beklemiştir babam arayacak diye. Bu akşam yemekten önce ilk iş kızıyla konuşacak. 

İkindi yaklaşmasına rağmen sıcaklık hâlâ azalmadı. Etrafta çıt çıkmıyor, cırlayan böcekler bile seslerini kesti. Kıyıdan içeri sokuldukları için deniz kokusu artık hissedilmiyor. Dalga dalga tüten asfalt yolun ilerisinde, beyaz noktalara benzeyen tek katlı birkaç köy evi görünüyor. 

İhsan şoföre kamyoneti oraya çekmesini emretti. 

“Geceyi şu evlerde geçirelim.”

Erlerle birlikte yürüdüler. Havadaki acı koku o bölgeye yaklaştıkça artıyor. Mazıların çevrelediği beyaz badanalı evin bahçe kapısından içeri girdiler. 

Tek katlı ev. Duvarları kurşun delikleriyle kaplı. Boyaları yer yer çatlamış panjurlar yerlerinden sökülmüş, bahçe kapısı yolun ortasına fırlatılmış, orada kalakalmış. Merdivenlerin yanında üç tekerlekli, mavi oturaklı bir bisiklet duruyor. 

“Çocuk bisiklet diye tutturmaz inşallah,” dedi İhsan. Kendi söylediğine şaşırdı birden. Nereden geldi aklına, sinirleri bozuldu demek ki. E olsun artık o kadar. Cemal’e çevirdi gözlerini. Ama o dönmüş, arkadaki yola bakıyor. Belli ki dediğini duymadı. Bahçeyi dolaştılar. Önde belinden bükülmüş bir servi ağacı var. Arka taraftaysa birkaç kurumuş gül ağacı. Askerlerden biri koşarak geldi. 

“Evler temiz komutanım!”

“İçerde eşya var mı?”

“Pek bir şey bırakmamışlar. Masa, sandalye…”

“Yatak?”

“Sadece şilteler.”

“Uyku tulumlarını getirin, açın üzerlerine. Yetmezse yer yatağı yapın.”

“Baş üstüne!”

“Yemek için ne var elimizde?”

Asker duraladı, ona bakarken içi ezildi İhsan’ın. 

“Birkaç konserve ve kuru peksimet komutanım. Dondurucuda biraz et kaldı.”

Gözlerini kaçırdı İhsan. 

“Tamam, bir şeyler hazırlayıverin işte akşama.”

“Emredersiniz komutanım!”

Asker selamını verip eve doğru koştu. 

“Biz seninle burada kalalım.” dedi İhsan Cemal’e. 

Merdivenlerden çıktılar. İçeri girerlerken pencerenin kenarına tutunmuş cam parçası aniden düştü yere. Kırık parçalar ayaklarının altında çıtırdıyor. Ön cephedeki pencereler perdesiz, çerçeveler tamamen gitmiş. Salonun aydınlığı gözleri kamaştırıyor, delik deşik duvarları, tahta zemine püskürmüş kan lekelerini apaçık gösteriyor. Şöminenin önünde bir fotoğraf. İhsan eğilip aldı. Ortasından bükülmüş. Siyah beyaz. Bir kadınla bir erkek yan yana duruyorlar. Adam kadının kolundan tutmuş. Önlerinde ufak bir kız çocuğu. Arkalarındaki duvarda kır manzaralı tablo. Kadının üzerinde açık renk kolsuz bir elbise, başında bir bant var, kızın saçlarının iki yanında birörnek kurdeleler. Yandaki şömine fotoğraftakinin aynı. İhsan fotoğrafı şöminenin üzerine bıraktı. 

Mutfak tezgâhı da duvarlardan dökülen sıva ve beton parçalarla kaplı. Koridorun sonundaki iki odada birer tahta yatak, üzerlerinde ince şilteler, kılıfsız yastıklar. Erler uyku tulumunu açıp sermişler. Gardırop ve çekmeceler boş. Arkadaki odaya geçtiler. Terasa bakan kapı açık. İçeri dolan rüzgâr dantelleri delik deşik perdeyi havalandırdı. Cemal yatağın yanındaki etajeri açtı. 

“Burada bir kitap var komutanım.” Kapağını açtı, sayfalarını karıştırdı. 

“Kalsın orada.” 

Cemal çekmeceyi kapadı. İhsan onun çizgi kadar kalmış gözlerine baktı. 

“Ben burada yatarım. Sen arka odaya geç. Yemek hazırlanana kadar salonda birer sigara tellendirelim.”

Sandalyeleri pencerenin önüne atıp sigaralarını yaktılar.    

Akşam karanlığı hızlıca gökyüzüne çöktü. Askerlerle birlikte sofraya oturdular. İhsan bir peksimeti ufak ufak ısırarak yavaş yavaş yedi. Çay demlendikten sonra bardağını doldurup bahçeye çıktı. Bir er yolun başında nöbet tutuyor, bir başkası yol boyunca geziyor. Kalanlar iki saatte bir nöbet değiştirecekleri için dinlenmeye çekildiler. Gökyüzü bulutsuz. Yıldızlar sonsuz siyahlığın içinde ışıldıyor. Ay gözünü dikip baktığında hareket etmez ya, mübarek, tepeye çakılmış. İhsan’ın içini bir sıkıntı kapladı. Bardağında kalan çayı bir dikişte içti. Yolun başındaki askere iyi nöbetler diledi. Merdivenlerden çıkıp içeri girdi. Cemal pencerenin önünde dikilmiş sigara içiyor. Sigaradan son bir fırt çekip izmariti işaret parmağını kıvırarak dışarı fırlattı.   

“Yatıyor musunuz?”

Cemal’in bakışından okunuyor, yatası yok, sohbet etmek istiyor. Ayaküstü laflayıp ertesi gün gemiye yükleyecekleri teçhizatı konuştular.  

“Artık biraz uzanalım. İyi istirahatler Çavuş.”

“Size de komutanım.”

Odalarına çekildiler. 

İhsan çekmeceyi açtı, kitabı alıp karıştırdı, harflerin bazılarını tanıdı, okunuşları aynı mıydı acaba, resimlerine baktı, kapayıp yerine koydu. Uyku tulumunun fermuarını açtı, yatağa yayıp üzerine oturdu. Kılıfı çıkarılmış yastıklardan birine uzandı. Burnuna götürdü. Sabun kokusu, ter, belki parfüm… Bir koku aradı. Kalmış olabilir mi? Burnuna acı bir toz kokusu doldu. Yastığı duvara dayayıp uyku tulumunun üzerine uzandı. Pencereye döndü. Ay ışığı içeriye süzülmüş, odayı aydınlatmıştı. Karısı bu saatte uyumuştur. Kızı ondan da önce. Babam nerede diye soruyor mudur acaba? Öteki tarafına döndü. Döner dönmez bütün yorgunluğu bacaklarından yatağa boşaldı. Kendini, onu da içine alıp hızla akıp giden nehre bıraktı. 

Birden bir şey duydu, cızırtı gibi bir ses. Gözleri karanlığa alışınca sırtüstü döndü. Tavanda ufacık bir parıltı. Cızırtı ondan geliyor. Dikkatle bakınca anladı: Küçük bir kelebek. Kanatları süt beyazı, sanki ipekten. Başının üstündeki antenleri ışıl ışıl. Yelpazeyi andıran kanatlarının üzerinde göz gibi mavi benekler. Müzik sesi geliyor bir yerden. Piyanoda yumuşacık bir vals çalıyor biri. Kelebek dayanamadı, birden havalandı, dönmeye başladı. O kadar zarif, o kadar ince ki. İhsan gözlerini alamıyor ondan. Geriye çekildi, uçtu, karşı duvara çarptı. Sonra yandaki duvara. Çıkacak yer arıyor da yok. Ya incitirse kanatlarını. Şimdi. İşte pencereyi buldu. Oh! Sonunda çıkıp gidecek. Gidemiyor, pencere telle örtülü. Güm diye çarptı tele.  Dönüp bir daha. Müzik hızlandı. Kahkahalar.  Gözlerini açtı. Oh, rüyaymış. Peki, piyanoyu neden duyuyor hâlâ? Dinledi. Evet, kahkahalar da müzik de devam ediyor. Rüya değil bu. Yerinden fırladı. Yatağın üstüne oturup bekledi. Hiçbir ses yok. Bacaklarını uyku tulumuna uzattı. Tam tekrar yatacak. Bir çıtırtı. Tekrar kulak kabarttı. Nefes sesi duydu sanki. Kapının önünde. Seslendi. 

“Cemal, sen misin?”

Biri kıkırdadı. Kapının önündeki. Bir şeyler dedi, güldü. Çocuk ama bu. Koşmaya başladı. Koridorda gidip gelirken gülmeye devam ediyor. Biri ona seslendi.  Mutfak tarafından. Annesi mi? Fırladı ayağa İhsan. 

Silahını etajerin üzerinden aldı, oda kapısından kafasını uzattı, boş olduğunu görünce koridora çıktı. Cemal ondan önce kalkmış. Elinde silah, salonda dört dönüyor. 

“Neler oluyor Çavuş?”

“Anlamadım komutanım!”

Cemal başka bir şey demeden koridora dalıp odaları kolaçan etti. 

“Dur, dur! Işıkları yakalım.”

İhsan bir eliyle zangır zangır titreyen bacaklarını tutarak duvara doğru yürüdü, öteki eliyle elektrik düğmesine uzandı. Salon aydınlandı. İçeriyi didik didik arayan Cemal salona girdi. 

“İçeride kimse yok.”

“Bir çocuk sesi duydum.”

“Ben de duydum. Gülerek koridorda koşturuyordu.”

“Annesi ona koşma diye seslendi. Yani… Öyle dedi sandım.”

“Ben de.”

Birden kendilerini bırakıp gergin kahkahalarla güldüler. Sustular, bir fasıl daha güldüler. Gözlerinden yaş geldi. Duvardaki kurşun deliklerine, yerdeki kurumuş kan lekelerine baktılar. İhsan pencereden dışarıyı kolaçan etti. Görünürde hâlâ kimse yok. Nöbetçi eri çağırdı.

“Bir şey duydun mu asker?”

Er duraladı. Ne gibi bir şey diyecek gibi baktı. 

“Hayır, komutanım,” dedi sonra. 

“Yerine geçebilirsin!”

İhsan bir tarafı çökmüş kanepenin ucuna oturdu. Cemal’in yanakları seğiriyor. 

İhsan bayılıp kendinden geçse şimdi ne iyi olacak. Cemal hâlâ ona bakıyor.  O da mı aynı şeyleri geçiriyor kafasından? 

“Neydi şimdi bu?”

“Ben de anlamadım komutanım.”

Aynı anda aynı rüyayı görmeleri mümkün değil ama meseleyi deşmenin alemi yok şimdi. 

“Olur böyle şeyler. İnsanın başına her şey gelir. Hele böyle zamanlarda.”

“Doğru söylüyorsunuz.”

“Sabah ola hayrola. Gidip yatalım o halde.”

Cemal ışıkları söndürürken İhsan odasına girdi. Yatağın üzerine oturdu. Karanlığı dinledi. Piyano sesi. Bu sefer daha hafif. Salondan sesler geliyor. Mırıl mırıl konuşmalar. Kaşık çatal sesleri. Biri yerinden kalktı. Koridorda yürürken sesi yankılandı. Mutfağa girdi. İhsan yerinden kalkarak koridora koştu.  

Cemal gözleri dehşetle açılmış bir halde kapısının önünde duruyor. Yüzü bembeyaz. İhsan, Cemal’i görünce korku eşiğinden atlayıverdi. Artık hiçbir şey hissetmiyor. Birlikte odalara, banyoya, tuvalete baktılar. Aynı kurşun delikleri, aynı kan izleri. Bahçeye çıkıp her tarafı gözden geçirdiler. Hiçbir yeni iz yok. 

Salona geçtiler. İhsan eğilip yerdeki fotoğrafı aldı, kırışıklıklarını büyük bir dikkatle, becerebildiği kadar düzeltti, çerçeveyi cam kırıklarının içinden aldı. Fotoğrafı içine yerleştirip kenarlarını sağlamlaştırdı. Kırıklar arasından sivri bir cam seçti çivi niyetine, duvardaki bir kurşun deliğine soktu. Fotoğrafı ona tutturup şöminenin üstüne astı. Terasa çıkıp beton çıkıntıya yan yana oturdular. 

İhsan bir sigara yaktı, çakmağı Cemal’e uzattı. Cemal sigarasını yakarken salondan ses geldi. Dinlediler. Televizyon açıldı, bir film seyrediyorlar. Kaşık sesleri. Galiba çay içiyorlar. 

“Ne yapacağız komutanım? Bu sesler dinmeyecek sanki…”

“Oturup bekleyeceğiz.”

Sessizce sigaralarını içtiler. Televizyonda film devam ediyor, bazen konuşuyorlar, ikisi de büyük bir merakla dinlediler. Televizyon kapandı, sesler evin arkalarına doğru giderek kayboldu. 

İhsan yattığı odaya döndü. Yatağın üzerindeki uyku tulumunu toplarken yandaki küçük odada biri konuşuyor; bir erkek. Yumuşacık sesi. Çekmeceyi açmasına gerek yok, kitabın orada olmadığını biliyor. Baba çocuğa o kitaptan masal okuyor. Odadan çıktı, terasa geldi. Taş zemine uyku tulumunu serdi. Arkasında bir ses. Döndü: Cemal. Elinde kendi uyku tulumu.  İhsan başını salladı. Cemal uyku tulumunu biraz öteye serdi. Uzandılar. 

Cemal kolunu başının altına aldı. 

“Sizce hangi masalı okuyordur?”

İhsan başını çevirdi. Birbirlerine çocukların gözleriyle baktılar. 

“Ne fark eder,” dedi İhsan başını göğe çevirirken. “Kız çoktan hepsini ezberlemiştir.”

“Ama babadan dinlemesi bir başkadır.”

“Başkadır…”

Sustular. Ay bulutların ardına çekildi, bahçeye koyu bir karanlık çöktü. Artık etrafta birkaç adım ötedeki ağacın hışırtısından başka ses yok. 

İhsan gözleri gökyüzünde, kalbinin atışının yavaşlamasını bekledi. Cemal arada horladı, dağların ardı kızardı. Karanlık azalırken etrafa hoş bir serinlik çöktü. İhsan o zaman sırtüstü döndü. Sırılsıklam yüzünü uykuya bıraktı.