Tepemde açık kalmış okuma ışığı yüzünden, gözlerimi aralamamla yummam bir oluyor bu sabah. ”Kanepede okurken uyuyakalmışım gene,” diye düşünüyor ve her yerimin tutulmuş olduğunu fark ediyorum. Eskiden pişmanlık hissederdim böyle sabahlarda. Uzun zamandır yüreğimde o pişmanlıktan eser kalmamış olması, yaş almama mı bağlı acaba? Sanmam. Evet, oram buram tutulmuş olabilir biraz. Gece dişlerimi fırçalamamış da olabilirim. Ağzım, dün akşam iştahla mideye indirdiğim sarmısaklı yoğurtlu makarnadan geriye kalmış o kekremsi kokudan ibaret de olabilir. Hatta biz kadınlar için bilmem kaç ölümcül günahtan biri olarak gösterilen, ”makyaj silmeden uyumak” gibi bir halt işlemiş de olabilirim. Kimin umurunda? Biliyorum ki birazdan içeceğim bir fincan kahveden sonra hiçbir şeyim kalmayacak. 47 yaşımdayım ve deneyimli bir piyanistin, piyanosunun hangi tuşuna bastığında, hangi sesin çıkacağını çok iyi bilmesi gibi, bedenimi de, ruhumu da yakından tanıyorum artık. Hem, uykum geldiği anda uyumuş olduğum için, bu sabah kendimi oldukça dinç ve enerjik hissettiğimi bile söyleyebilirim. Akşam yemeği sonrası mutfağı toparla; açık pencereleri kapa; kapıyı kilitle; makyajını sil; yüzünü yıka; dişlerini fırçala; nemlendirici kremini -gece için olanı ama- sürmeyi unutma; pijamanı giyin; yatağın örtüsünü özenle katlayıp gardıroptaki yerine koy ve en nihayetinde artık uzanabildiğinde, bekle ki uykun gelsin şimdi! Yatmadan önce ”uyulması gereken kuralların” hepsine uydun belki, evet ama uykun kaçtı şimdi de, değil mi? Ertesi sabah yorgun yüzünü aynada gördüğünde, ”Olsun. Ben gene de uyku öncesi işlenebilecek tüm günahlardan uzak durdum ve her şeyi olması gerektiği gibi yaptım. Varsın, şişmiş gözlerim ve onların altındaki koyu çukurlarla bakayım bugün dünyaya, dert değil!” diyebilecek misin? Başını sağa solla sallıyorsan, bırak, dağınık kalsın o zaman.
Kahve kokusunun sarıp sarmaladığı mutfakta bunları düşünüyorum. Sonra dumanı tüten fincandan bir yudum alıp oturuyorum hasır sandalyeye ve çok severek okuduğum haftalık gazetedeki manşet dikkatimi çekiyor hemen: ”En mutsuz olduğumuz yaş 47.” Lâ havle! Afyonum henüz patlamamışken üstelik… Öyle mi gerçekten? Mutsuz muyum ben? Dur bakayım, başlığın altında ne yazıyor: ”Mutluluk Eğrisi ölçeğine göre, yaşam doyumumuz 23 ile 47 yaş arasında azalıyor. 45-50 arasında dibe vurup sonra düzlüğe çıkıyoruz. 50’li yaşlardakiler 40’larındakilerden, 60’lıklar 50’liklerden daha mutlu. Yaşlandıkça mesele toplumun görüşleri değil, kendine dürüst davranmak oluyor.”
Valla böyle yazıyor gazete. ”Yaşlanıyor olmana üzülme,” demek istiyor yani. ”Ayrıca yaş almanın olumlu bir yanı da var, bak!” Yaşlandıkça, kendimize karşı daha dürüst, daha açıksözlü oluyoruz demek? Toplumun dayattığı doğrulara, kurallara, normlara gençken ”Hadi ordan!” demek bu kadar mı zor, bu kadar mı nadir rastlanılan bir boş vermişlik peki? İstanbul’da o çok sevdiğim kasvetli, yağışlı sonbahar havası var bu sabah. Bana yıllardır komşuluk yapan ıhlamur ağacından bir dalın, şiddetli rüzgâr yüzünden balkon demirlerine arada bir el atmasına ilişirken gözlerim, ”Eğer gazetede bu yazılan doğru olsaydı, yani yaşlandıkça toplumun görüşlerini bir tarafa atsaydık gerçekten, bize dayatılan gençlik baskısına, güzellik anlayışına da kulak asmazdık,” diye söyleniyorum. 50’li yaşlarda 20’lik genç kız gibi görünmeye çalışmak, 60’a geldiğinde de yaşamış olduğun yılların sayısını bir türlü kabullenemeyip doğal ifadenden uzaklaştıkça uzaklaşmak… Bu örneklere yakın çevremizde son yıllarda daha sık rastladıkça, ”Ne kadar yaş, o kadar mutluluk!” diyen iddiaya kulak asmak, doğru olur mu ki acaba? Gazetedeki araştırmanın aksine, 48’ime birkaç ay kala, mutlu olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim mesela ben. Dinginliği yakalamak için vazgeçmek gerektiğini biraz olsun öğrendim sanki. Bütün direnç ve çabama rağmen, bir türlü kontrol edemediğim ve kontrol edemedikçe beni strese sokan, yüreğimi daraltan herkesten ve her şeyden vazgeçmekten bahsediyorum yani; yoluma çıkan ilk engelde pes etmek değil demek istediğim. Bedenin yaşlanmasına karşı kökten çözüm yok maalesef. Zaman, en güçlü ve en karşı konulmaz kavram… Yaşlanmamak için debelenmek faydasız o yüzden. Hatta bunun için çabalarken, acınacak hale bile düşebilir insan. Öte yandan, güzel yaşlanmaktan, yaşanılan yıllar birbirinin üstüne eklendikçe, sağlıklı görünmekten söz edilebilir belki. Yüzünüzü istediğiniz kadar gerdirin, elleriniz sırrınızı eninde sonunda haykıracak çünkü. ”Kralın çıplak olduğunu” herkes biliyor çünkü. Medyada size ”güzel” diye dayatılan o kadınlara benzemeye çalıştıkça, gerek yüzünüzde gerekse vücudunuzda kusurlu bulduğunuz yerler azalmayacak, aksine, artacak çünkü. Barbie bebek gibi görünmeye çabaladıkça, ruhunuzun güçten düşeceğine inanıyorsanız, bırakın, dağınık kalsın o zaman.
Gazeteyi okumaya devam ediyorum. Olumlu, okuyanın gönlünde şöyle güller açtıracak bir haber bile olmaz mı yahu: Polonya-Belarus sınırında Avrupa’ya göçme umuduyla günlerdir bekleyen Iraklı göçmenler, herkesin dilindeki kur artışı, aşı olmayı halen reddeden 14 milyon vatandaşımız ve Avrupa’da yeniden kontrolden çıkan salgın, teknoloji şirketlerinin akıl almaz rakamlara ulaşan değerleri, küresel ısınmanın vurduğu tarım, her tür kılıç ile palayı -kargo ücreti bile ödemeden- rahatlıkla satın alabileceğiniz internet siteleri, vs. vs. vs.
Bir kahve daha yapıyorum kendime. Radyoyu açıyorum. Yo-Yo Ma, çellosuyla Bach’ı diriltiyor gene. Ev sıcacık. Unutmaya çalışıyorum az önce okuduklarımı. Bırakıyorum, dağınık kalsın! Ruh sağlığımı korumak için bilerek ve isteyerek uzaklaşmaya çalışıyorum olup biten her şeyden. Tıka basa dolu bu küresel tımarhanede, yeni tek bir hasta için bile artık yer yok çünkü.