25 yaşında. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Medya ve İletişim okudu. Üniversitedeyken hayata geçirdiği ve şu anda aktif olmayan “Bi’ Kahve 2 Sohbet” adında bir YouTube projesi var. Üniversite yılları boyunca pazarlama ve sosyal medya alanlarında kurumsal şirketlerde ve ajanslarda deneyim kazandı. Şu anda da bir e-ticaret firmasının pazarlama ekibinde çalışıyor. Bu arada unutmadan, kendisi Yengeç burcu. (Yükseleni Aslan olduğu için oradan kurtarıyor)

İçeride kalmak için mücadele veren herkese…

Okurken dinlemeniz için fon müziği önerisi:

“Geliyorum…!”

“Tamam, geliyorum. Bir saniye…!”

 

Arka arkaya içerideki odaya doğru seslendi. Her şeye yetişmek zorunda olmak onun için artık isyanlık bir durumdan çıkmıştı. Aksine, bundan hoşlanıyordu. Alt katında yaşayan demans hastası komşusunun çığlıkları arasında bu koşuşturmacanın Tanrının ona bir lütfu olduğuna inanıyordu. “Lütuf…” dedi… “Ne büyük lütuf!” Bir anda sorgulama yasağı olduğunu hatırlayıp işine geri döndü.

Biraz fazla oldu diye düşündü. Yıllardır bir türlü kıyamadığı için yenilemediği kırık çivit mavisi çekmecesini açıp çorba kaşığını eline aldı. Unu dağıtmaya başladı. Birazını alıp paketin içine geri koydu. İki yumurta, bir su bardağı süt, biraz su… Azıcık sıvı yağ. Bir çimdik tuz… Bir tutam da şeker. Hayır, hayır şeker ekleyemezdi. Ona yasaktı. Ne zaman şekerli bir şey yese hemen tetikleniyordu.

Eline çırpma telini aldı. Çırparken yüzünde hafif buruk bir tebessüm oluştu. Bu tebessümün inine rahatlıkla ulaşabilmek için çırpma telini çaydanlığın yanına bıraktı. Durdu. Göz hizasındaki kahve kutusuna baktı. “Normal…” diye sayıkladı. Sesli bir şekilde ağzı dolu dolu “Normal bir hayat yaşıyorum. Tanrım, çok şükür!” dedi ve tekrar çırpmaya devam etti.

 

O anda bir şeyi unuttuğunu fark etti. Pişireceği krepleri böyle sade yiyemezdi. Sevmiyordu. Sevemiyordu… Küçüklüğünde annesinin kahvaltı sofrasından eksik etmediği yaban mersini reçelini hatırladı. Annesinin bu hayatta ona yaptığı tek ve en büyük iyilikti o reçel. Annesi, her mahalle pazarına indiğinde elma şekerlerinin hemen yanı başında duran yaban mersininden birer kilo alır ve mutlaka hafta sonu o reçeli yapardı. Bu iyilikten daha fazlasını görecek kadar bir şansa sahip olamadı. Peki, şimdi ne yapacaktı? Hafta sonu geldiği için peynire de parasını yettirememişti. Düşündü… Etrafına bakındı. Her elini attığında içini gıcırdatan mutfak kilerini bir hışımla kendine doğru çekti. Son kullanma tarihi geçmiş bir sürü baharat ve bakliyat arasında krepin yanında yenebilecek bir şey aradı… Lakin, bulamadı. “O reçel olsa…” diye düşündü. “O reçel olsa, belki…” dedi. Devamını getirmek istemedi. Zaten getiremezdi. Krep harcını öylece yağladığı tavanın üstüne döküvermeye başladı. Ellerini masanın üzerindeki havluyla silip içeriyi kontrol etmeye karar verdi. Kapının yanı başından başını televizyon köşesine doğru uzattı. Orada olmadığını gördüğü an tekrar mutfağa geri döndü. Kaybedecek vakti yoktu. Krepler yanabilirdi.

Tavadan yükselen krep kokusuyla iyice acıkmaya başladığını fark etti. Dolaptan bir tabak çıkarıp bütün bir gününü geçirdiği masasına doğru gitti. Tabağını koyduğu an köşedeki kutuyla göz göze geldi. Hayır, hayır… Açmak istediğinden değil sadece bir karşılaşmaydı bu. İçinde bir şey de yoktu. Ancak, açamazdı. Bu kendisine yaptığı en büyük kötülüklerden biri olurdu. Geçmişindekilerden bile daha kötü…

Rehabilitasyona gittiği zamanlarda buluşmaya gelen onlarca kişinin tam ortasına konumlanıp her geçen tek bir günün onun daha da iyiye gitmesine ne kadar yardımcı olduğunu anlatıp eve geldiğinde de kaldığı yerden devam ettiği o anları düşündü. Biraz yalanla, biraz gerçekle… Belki her şeyden daha da sahici olan o anlar. “Aslolan oydu aslında!” diye düşündü. Gerçeklerden kaçmak için illüzyonlara sıkı sıkı sarılan herkesin duyduğu o gerçeklik… Tıpkı annesinin reçeli gibi. Sarsılmıştı. Yutkundu. İçeriden yanık kokusu geldiğini anladığı an mutfağa elinde tabağıyla geri döndü. Kreplerini tabağa aldı. “26 yaşında bir gencin yaşayabileceği en görkemli hayat bu olabilirdi herhalde!”diye geçirdi içinden. Büyük bir şükürle krepini yemeye başladı. Sorgulama yasağı olduğunu sürekli unutuyordu. Ellerini kavuşturup Tanrıya doğru başını kaldırıp tövbe etti. “Normalde ağlamam yasak, ama bugün ağlayabilirim. O affeder çünkü, biliyorum.” diye söylendi. Ardında bıraktığı yılları hesaplarcasına çatalını krepine saplamaya başladı. “Nasıl olsa…” dedi. “Nasıl olsa o affeder. Ben kendimi affettiysem, o da etmeli.”

İçerideki sesten haber yoktu. Kesilmişti. Ansızın. Yine ufak bir isyan eşiğine geldiği için, o sesin ondan bugün de kaçtığını düşündü. Her şey olurundaymış gibi davranamadığı bir gün daha eklendi hanesine. Ergenlik çağından neredeyse yetişkinliğe kadarki dönemde çaresizliğin doğurduğu kaybolma arzusuna teslim olup kendini uyuşturduğu yılları bir anda ardında bırakamayacağını biliyordu. Bu konuda Tanrıyla anlaşmıştı. Sorgulamayacaktı da…

Ancak onun öncesini, o aptal mutluluk hissini çok özlemişti…

Zihninden küçük enstantaneler geçiyordu. Yıllar sonra bir tren istasyonunda karşılaşmış iki dostun ilk sarılma anı gibi. Bir kez olsun tekrar o hissi arıyordu. Bundandı tüm koşuşturmacası… Tüm bu “normallik” oyunu. Tıpkı seksek oyunu gibi. Tek bir ayağıyla rakamları düzgün bir şekilde tamamlamak için uğraşıyordu. İyi bir oyuncu muydu? Sayılmaz. Ama uğraşıyordu. Çabalıyordu…

O ses onu her yeni bir günde yoklasın, içeriği çağırsın diye… İçeride kalmak istiyordu. Dışta değil. “Bu konuda mütevazı olamam!” diye düşündü. Histerik bir şekilde hem gülüp hem de hafif gözyaşları bıraktı al yanaklarına. “Dışta kalmanın ne demek olduğunu bence en iyi ben bilirim! Ha, değil mi?” diye yukarı doğru baktı. Kontrol edemediği bu hırçınlığından dolayı Tanrıdan özür dileyip krepini usul usul yemeye devam etti.