1968 yılında Trabzon’da doğmuştur. Yedi yaşından beri ailesinin de desteği ile çok iyi bir okurdur. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun olmuştur. Evli ve iki çocuk sahibidir. En büyük ilgi alanı, kariyeri boyunca hep daha çok zaman ayırmak istediği edebiyattır.

 

Sonunda bunu da yaptı, bıçağı sapladı bana. Daha önceleri kaç kez burnumu yumrukladı, kafamı duvarlara vurdu; her seferinde çığlıklarıma Hayriye abla yetişti, aldı beni elinden. Şimdi niye gelmedi? Gelmeli, beni kurtarmalı. Canım çok yanıyor, insanın kanı ne ılıkmış, başım dönüyor, Hayriye abla yardım et!

Sekiz yaşındayım, babam abimle beni almış, kasabaya götürüyor. Minübüsün camına alnımı dayamış dışarıyı seyrediyorum yol boyu. İndiğimizde alnımda ceviz gibi bir şiş var, abim gülüyor bana. Babamın değil onun elini tutuyorum, zaman zaman beni kızdırsa da ona güvenim herkesten çok. Bir tanıdığına gidiyoruz babamın, abimi işe alacaklar, çalışacağı dükkânın bir köşesinde kalacakmış, “Bayramlarda filan gelir yanınıza” diyor dükkânın sahibi. Eline iyice yapışıyorum abimin, o da benimkine. O gün, onu bırakıp dönüyoruz köye, “Yakında gelir” diyor babam, yol boyu ağlıyorum çünkü. İlk başlarda geliyor gerçekten sık sık, zamanla azalıyor bu gelişler, sonraları haber de alamaz oluyoruz, sanki kayboluyor abim. Bizim buralarda kaybolur bazen abiler, benimki olmamalıydı ama o beni çok güldürürdü. Sesi de güzeldi, “O mahur beste çalar müjganla ben ağlaşırız” diye okumaya başlardı, abim Müjgan diye bir kızı seviyor zannederdim. Ne zaman bu şarkıyı duysam ağlamaklı olurum, abimi çok özlerim, anamdan babamdan çok özlerim. Ölsem onu görür müyüm acaba, sarılabilir miyim ona. Başım çok dönüyor, evden çıkıp yardım istemeliyim.

“Senem size emanettir, burada yarı aç, yarı tok, madem siz iş buldunuz sizinle kalacak, alın götürün. Bir iş gelmesin başına, size emanettir” dedi yaşlı adam, gözleri dolu dolu oldu, karısı zaten Türkçe konuşamaz, yemenisinin ucuyla gözlerini sildi. Senem ilk kez bu kadar uzağa evinden tam 22 saat uzağa yolculuk etti, halasının oğlu Mehmet ağabeyi ve onun karısı Hayriye ablayla. Herkesin tatile gittiği bir Ege kasabasına gidiyorlar, Hayriye ablanın kardeşinin aşçı olduğu lokantada bulaşıkçılık yapacak Senem. Ellerinde ninesinin yadigârı dövmeler, o güzel ellerle bulaşık yıkamaya gidiyor. Denizi göreceği için çok sevinçli, başına geleceklerden habersiz.

Sürüne sürüne yukarı çıkmaya çalışıyorum. Bir binanın girişten iki kat aşağısında evimiz, yerin dibinde yani. Kışları duvarlardan sular sızar, hiç ama hiç ısınmaz, yazları sıcaktan nefes alınmaz. Bir bulaşıkçı ile bir garson ancak buranın kirasını verebiliyoruz. En azından ben öyle sanıyorum, kaç para kazanıyor bilmiyorum, benim maşımı da alıyor elimden. Yemeğimizi çalıştığımız yerde yiyoruz, fazla bir masrafımız yok. Ortadan yok olduğu bazı geceler, kumar oynadığını çok sonraları öğreniyorum. Her kumar, her sarhoşluk ve her dayağın ertesi yeminler ediyor, “Tövbe bir daha oynamam, bir daha içmem, bir daha el kaldırmam” diyor. İnanmış görünüyorum, inanmıyorum aslında. Bu kadar ileri gideceğini düşünemedim, bıçak yoktu işin içinde, tekme vardı tokat vardı, bıçak yoktu. Kanayan yere elimi bastırıyorum, merdivenleri çıkmam lazım. Hayriye abla olmasa da birilerinin beni bulması, görmesi lazım. İyi ki  çocuğumuz olmadı, iyi  ki bunlara  şahit  olacak  bir  çocuğum  olmadı. Bunun için de yediğim dayaklar var ama yine de olmaması iyi oldu. Bir katı çıktım bile, kandan çizgiler bırakıyorum arkamda, bunları kim silecek acaba diye düşünüyorum, güzel şeyler düşünsem şu an, filmlerde oluyor ya hayatım gözümün önünden geçse. Hayatımda ne kadarcık güzel anı var ki?

Senem çalışacağı lokantaya gelince ilk onunla göz göze geliyor.  Kaçırıyor bakışlarını, aşçıbaşı Ali abi konuşuyor onunla, mutfağı gösteriyor. Arada gözleri yine o gözlerle buluşuyor, çapkın bir gülüş atıyor genç adam. İlk kez görüyor Senem böyle bir gülüş. Utanıyor, kızarıyor, bir an önce bulaşıkları yıkamak istiyor. O gözler, o gülüş hep takip edecek onu ta ki bir gece iş çıkışı eve bırakma bahanesiyle, Halil duygularını açıncaya kadar. Deniz kokusu başını döndürüyor zaten Senem’in, biraz da güzel laf, yavaşça elini tutan bir el, “Âşık oldum” diyor, inşallah kimse anlamaz.

Herkes anladı tabii, “Evlenelim” dedi Halil, anam babam çok uzakta diye Mehmet ağabeyden istedi beni. Biliyorlar zaten gönlüm var, babama da haber iletmişler “Bağlayın başını demiş”, verdiler beni gitti. Köylerine gittik düğüne, hiç bizim köye benzemeyen bir yer, ne otu benzer ne ağacı, ne âdeti. Anası çok sevdi beni “Sahip çık oğluma” dedi, sandım ki yemeğini pişir, çamaşırını yıka demek ister, meğerse kumardan, içkiden, geçkin turist kadınlardan uzak tut demek istermiş. Benim bunlara gücüm yeter sanki, her sabaha doğru gelişinde, her merakla açıp kapıyı “Nerdeydin?” dediğimde bir yumruk yemem sanki. Düğünde takılan altınları satıp daha iyi bir eve geçeriz demişti, üç yıldır bu bodrumdayız. Merdivenlerine kanımın sızdığı bu sefil binanın dış kapısına yaklaştım nihayet. Bir elim karnımda, kanın hızla aktığı yerde, sürüklenerek geliyorum kapıya. Dün gece geliyor aklıma, bir şarkı tutturdu Ali ağabey, ah o şarkı, meğer o da abim gibi Müjgan diye bir kızı severmiş. Gözlerim doldu diye tutamadım kendimi ağladım diye, hayran hayran dinledim diye delirmiş meğerse bıçakla üstüme yürümesi bu yüzdenmiş. Namusunu temizleyecekmiş, o namussuz hep bakarmış bana, gözü varmış bende, biliyormuş o, ben de hazırmışım, şarkıya ağlamamdan belliymiş.

Mutfaktan bakar bazen Senem içeri, masalara. Kadınlı erkekli yerler, içerler, gülerler. Dillerini anlamaz ama neşelerini anlar, şaşkın şaşkın bakar. Birbirlerine dokunduklarını görür kadınlarla adamların, evli midirler, bilinmez. Hoş sanki annesini babasını böyle gülerken, birbirlerine dokunurken görmüştür de. İster ki Halil’le böyle konuşup gülsünler, hiç olmazsa evlerinde. Evde hiç gülmez Halil, lokantada hizmet ederken güler bir tek. Kadınlarla çok güler hem de, yarım yamalak konuşabildiği yabancı dilde, kadınları güldürecek cümleleri bilir. Gözünün içeri kaydığı zamanlar, Senem görür, omuzlarına dokunur kadınların, saçlarını eller, sonra gülerler. Hiç gülmeyen Halil, nasıl da güler. Gece Senem’i eve yollayıp kumara gidecek, yarın bir ekmek alacak paraları olmayacak.

Kapıdan inanılmaz bir sıcaklık geliyor yüzüme, bir de yanan odun kokusu. Köyüme gitmişim sanki, anam bahçede ocağı yakmış, yufka pişirecek belli ki. Neden bu kadar sıcak bir günde yakmış diye geçiriyorum aklımdan. Kendime geliyorum sonra, köyünde değilsin, kapıdan çıkıp yardım edecek birini bulamazsan öleceksin. Belki bulsam da öleceğim, zaten hiç halim kalmadı. Sesler geliyor, pat pat, biri halısını silkeliyor, beni de görecek şimdi. Zorla açıyorum kapıyı, bağırmak istiyorum ama dışarısı o kadar sıcak ki sesim kaybolup gidiyor sanki. Uğultular geliyor kulağıma ve yine pat pat sesler. Kimseyi göremiyorum, galiba kimse de beni görmüyor. Belinden aşağısı kan içinde bir kadınım, beni nasıl görmezler, insanlar nerde? Pat pat ne ötüyor, yukarıdan düşen bir şeyler var onlar ötüyor sanki.

Yığıldı Senem kapının önünde, artık ne sürünerek ilerleyecek ne bağırıp yardım isteyecek hali var. Onun haberi yok, büyük bir orman yangını var ilçede. Bu anormal sıcaklık ve uğultu ondan. Düşüp duranlarsa kanatları alev almış halleriyle uçmaya çalışan kuşlar. Senem gibi onlar da kurtulabileceklerini düşünüyorlar, uçtukça daha çok yanıp ölüyorlar. Yüzüstü yerde yatan kadının çevresi, yardıma muhtaç kuşlarla doluyor. “Yardım et” diyor Senem göz göze geldiği kuşa, yardım et.