Bir Ocak ayıydı beni terk ettiğinde. Çarpıp çıktığı kapının ardında takvim sallandı.
Takvimde ise şöyle bir şiir yazıyordu:
Hoş geldin bebek Yaşama sırası sende.
Ben de bebeğimin yaşamasını isterdim. Yine soğuk bir Ocak günüydü minicik tabutuyla onu toprağa verdiğimizde. Altı aylıktı henüz. Anılarımda gülüşü olsun isterdim. Ancak onun gülümsemeye hiç mecali olmamıştı. Mutlu olduğu zamanlarda keyifli sesler çıkaramıyordu. Çünkü yaşamı bir makinaya bağlıydı. Makina çalışmazsa bebeğim de nefes alamıyordu.
Zihnimde her şey o kadar birbirine girmiş durumda ki. Baştan düşünmeli, olanları bir sıraya sokmalıyım. Yazsam daha mı iyi olacak acaba? Evlenmeden önce her şeyi yazdığım bir günlüğüm vardı. O zamanlar zihnimi düzenlemem daha kolay olurdu. Acaba yazdığım için mi kolay olurdu yoksa düzene koyulacak şeylerin sayısı az olduğu için mi kolay olurdu? Şu an hiçbir şey bilmiyorum. En iyisi en başından yazmaya başlamak. Kâğıt kalem neredeydi? Kendime bir kahve yapıp oturdum masanın başına.
Ilık bir Nisan sabahı derse girmeye hazırlanırken kapıdan içeri müdür beyle birlikte girmişlerdi. Yeni başlayan sınıf öğretmenlerinden bir tanesiymiş. Adı da Kemal’miş. Derse yetişmem gerektiği için hızlı bir merhaba diyerek çıktım odadan. Sonraki zamanlarda ne zaman öğretmenler odasına girsem onu bana bakarken gördüm. İnsanları tanımaya çalışıyor diye pek önemsemedim. İlk sohbetimiz öğrenciler üzerineydi. Ben izne çıkacaktım, ben yokken sınıfıma o bakacaktı. Hangi konuları işlediğimizden, hangi çocukların nasıl olduğundan uzun uzun konuştuk. Sohbet etmesi kolay, hatta neredeyse keyifli biriydi. Ben izinden döndükten sonra da bir süre sınıfım hakkında konuşmaya devam ettik. Bir akşam çıkışta beni kahve içmeye davet etti. İlişkimiz böylece başladı. Tanıştıktan iki sene sonra evlendik. Evlendikten dört sene sonra da bir bebeğimiz oldu.
Evlenmeden önce ikimiz de SMA taşıyıcısı olduğumuzu bilmiyorduk. Bu yüzden çocuk sahibi olmayı düşünürken tek bir çekincemiz bile yoktu. O dörtte bir ihtimalin bizi bulacağını ve yaşamlarımızı bu hale getireceğini bilemezdik.
Bebeğimiz doğduğunda çok mutlu olmuştuk. Kemal gibi yeşil gözlü bir dünyalar güzeliydi kızım. Bir bakan bir daha bakardı bebeğime. Öyle bir beşik güzeliydi. İlk defa nefesi kesilip acile koştuğumuzda aklıma ilk gelen buydu. Bebeğime nazar değdiği. Acildeki doktorlar bebeğimin tıkanan soluk borusunu açmak için ellerinden geleni yaptılar. Onların o azmi aklıma geldikçe gözlerim dolar. Ertesi gün odamıza gelen çocuk doktoru neden soluğunun kesilmiş olabileceğinin araştırılması gerektiğini söyledi. Bir dizi tahlil yaptı.
Sonuçlar çıktığında artık evimize güvenle gidebileceğimizi söyleyeceklerini düşünmüştük.
Bebeğimiz Tip-1 SMA hastası imiş. Bu hastalığı çok duymuştum ancak bizim başımıza gelebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Benim ve Kemal’in taşıyıcılığımızla bu hastalığa yakalandığını duyduğumda daha çok yıkıldım. Kızımız uyuduktan sonra Kemal’le birbirimize sarılıp ağladık. Ben hep ağlardım zaten ancak Kemal’in ağladığını görmek benim için büyük bir şeydi. O sırada bunun anlamını anlayamayacak kadar keder içerisindeydim. Ancak sonradan düşündüğüm de onun da en az benim kadar üzüldüğünü anlayabiliyordum.
Evde üç gün kaldıktan sonra tekrar solunumu durdu. Yine son anda hastaneye yetiştirdik. Bu sefer doktor ikimizi de karşısına oturtup enine boyuna anlattı. Gittikçe bu solunum durmaları artıyormuş, bu yüzden bebeğimizi solunum cihazına bağlasalar daha iyi olurmuş. Elimizde avucumuzda ne varsa satıp ona bir solunum cihazı aldık. Gelip evimize kurdular, doktor da halimize acıdı sanırım, görevi olmadığı halde gelip bize evde eğitim verdi. Her şey film sahnesi gibiydi. Ben artık kızımızın yanından bir an bile ayrılamıyordum. Kemal ise daha fazla kazanç sağlamak için özel ders vermeye başlamıştı.
Evimiz küçük bir Anadolu kentinin küçük bir ilçesindeydi. Kemal sık sık şehir merkezine ders vermeye gider, geç saatlerde gelirdi. Ben kızımızın yapabildiği nadir şeyleri anlatmak isterdim. Ancak, o kadar yorgun olurdu ki dinleyemezdi bile. İlk şiddetli kavgalarımızı o zaman etmeye başladık. Benim onun duygusal desteğine ihtiyacım vardı. Onunsa biraz uyumaya. Mantıklı yanım onu anlıyordu ancak duygusal yanım anlamıyordu. Son zamanlarda elektrik kesilirse ne yaparız diye düşünmeye başlamıştım. Bunu birkaç kere Kemal’e söyleyecek oldum anlamaz gözlerle yüzüme baktı. O zaman çok kırıldım işte. Sanki kendime bir şey istiyordum. Kızımızın hayatta kalmasının tek yolu o cihazdı ve o da elektriğe bağlıydı. Ne yapacağımı hiç bilmiyordum.
Bir Temmuz ayıydı, uyandığımda evde hiç ses yoktu. Kızımın solunum cihazından gelen o bip sesleri yoktu. Dehşetle odasına gittiğimde elektriğin kesildiğini fark ettim. Korktuğum başıma gelmişti. Hemen öğrettikleri gibi cihazı çıkarıp benim şişirdiğim aleti taktım ama sadece göğsü şişip geri iniyordu. Herhangi bir kıpırtı yoktu. Benim çığlığıma gelen Kemal elimi tutmuş usul usul göz yaşı döküyordu. Ne yapacağımızı bilemez halde yeniden birbirimize sarılıp ağladık.
O güne ve cenazeye dair hatırladıklarım parça parça. Bir yanım çaresizce ağlıyordu, diğer yanım ise Kemal’e çok sinirliydi. Eve bir jeneratör almamıştı. Ben her zamanki gibi kızımın odasında oturmuş kokusunu içime çekiyordum ki yanıma geldi.
“Bu kadar yeter, artık yastan çıkmalıyız. Hadi gel dışarıda bir kahve içelim.”
O an kan beynime sıçradı.
“Sen benim kızımın katilisin. Bir jeneratör bile almadın. Kızım senin yüzünden öldü.”
Kemal ne diyeceğini şaşırmıştı. Derdini aldı, usulca kapıdan dışarı çıktı. Yemek yemiyor, evi toplamıyor, temizlik yapmıyor, sadece ve sadece kızımın odasında oturuyordum. Günler nasıl geçiyor bilmiyordum. Kimseyle konuşmak istemiyordum. Arada arkadaşlarım uğruyor, dışarı çıkmam için ısrar ediyorlardı. Hepsini geri çeviriyordum. Sonraları çalan kapıyı açmaz, telefona bakmaz olmuştum. Yalnızca evde Kemal’in gölgesi ve ben vardık.
Yine bir Ocak sabahı yanıma geldi. Daha fazla bu kedere dayanamadığını, tayinini istediğini ve ücra bir köy okulunda göreve başlayacağını söyledi. Eğer istersem kendimi toparladığımda ben de gelebilirmişim ama şimdilik ayrı kalmamız daha iyi olurmuş. Hazırladığı küçük bavuluyla kapıdan çıkıp gittiğinde kapının arkasında sallanan takvimde Nazım Hikmet’in şiiri bana bakıyordu.
Hoş geldin bebek Yaşama sırası sende.
O sıra benim bebeğime hiç gelmemişti. Gelememişti.
Herhangi bir yılın Ocak ayıydı en yakın akarsuyun kenarına gitmeye karar verdiğimde.Benim için her şey bir Ocak ayında başladı ve bir Ocak ayında son buldu. Hikâyemin böyle biteceğini düşünmezdim. Olmaz dedim, oldu…