Ah yaseminler, bu beyaz yaseminler
Güveyi karşılamak için duvağını açan
Bir gelin gibi karşılardı beni.
Rabindranath TAGOR
Vildan kırklı yaşlarını yarılamıştı ki amansız bir derde düştü. Sürekli başı dönüyor, gözleri kararıyor, midesi bulanıyordu. Yerinden kalkamıyor, kalkınca düşecek gibi oluyordu. Sonra hastalık ilerledi, bırak yerinden kalkmayı, gözlerini açar açmaz her yer dönüyor, karşısında ne varsa tepetaklak oluyordu.
Kocası, yıllardır Vildan’ın gözünün içine bakan kocası, onu kendi gözünden bile sakınan kocası, telaşa kapıldı. Geçen yıl hemşire çıkan kızları uzak bir kasabaya atanmış, oğulları iki ay önce askere alınmıştı. Denizin, karanın ta içine kadar girip dolandığı bu balıkçı köyünde iki başlarına kalıvermişlerdi.
İsmail her yeni gün balığa çıkmak zorundaydı. Çıkmasa aç kalırlardı. Çocukların üstü, başı, okuluydu derken, elde avuçta ne varsa harcamış, kenara üç kuruş koyamamışlardı. Eh artık genç de sayılmazdı, eskisi kadar çok vermiyordu deniz onlara. Gene de karısını taksiye koyup en yakın hastaneye götürdü. Tahliller yapıldı, röntgenler çekildi, sonra daha büyük bir hastaneye sevk edildi. İki gün bekledi İsmail hastane köşelerinde, tahta bankların üzerine yatıp uyudu uyuyabildiği kadar. İlaçlar verildi, iğneler yapıldı Vildan’ına, ümitle bekledi İsmail, başı önünde, kocaman elleri cebinde, bahçede dolanıp durdu. Vildan’ın penceresine bakarak biraz duraladı, sonra gene dolandı ama nafile. Sonunda “Zamanla geçer” dediler, o da biricik karısını, can yoldaşını alıp memleketine döndü. Onu yedirip içirdi, evin içinde daralmasın diyerek bahçenin ortasına serdiği bir yatağa yatırdı. Dut zamanıydı. Pıt pıt dutlar düşüyor, Vildan ağacın gölgesinde kıpırdamadan yatıyordu. Arada bir belki de düzelmişimdir diyerek başını kaldırmaya görsün, fıldır fıldır dönüyordu bahçe, içindeki çiçeklerle birlikte. Duvar kenarlarına ortanca ve mercan dikmişti kendi elceğizleriyle. Her yağ tenekesine, her saksıya dikecek bir çiçek bulmuştu yıllar boyunca. Dağ laleleri bile yetiştirmişti bahçesinde. Begonviller yasemin kokusundan mahmur, demirhindiler Vildan’ın hastalığına üzgün, tüm çiçekler boynu bükük kalmışlardı. Akşam kocasından rica etti, “Biliyorum bey yorgunsun ama şu güzellerime bir su versen…” İsmail onu hiç kırar mı, bol bol suladı çiçekleri, sonra kayabalıklarından nefis bir çorba pişirip içirdi gözünün bebeğine.
Sabah olup o gidince Vildan bir dut ağacına baktı, bir çiçeklere, bir de bahçe kapısına. Açılıp biri giriversin içeri istedi, çok istedi kapıya bakıp bakıp açılsa da biri gelse diye, canının en içinden istedi. Çok geçmeden o bildik gıcırtıyla aralandı kapı ve kara bir kafa uzandı bahçeye doğru. Yerde yatan kadını görünce sordu,
“Teyze neyin var?” Kendi oğlundan az kabaca uzun boylu şehirli bir bey.
“Sorma oğlum, benimkisi onulmaz bir dert” diyerek anlattı Vildan başından geçenleri bir bir.
Kibar bey, “Teyze benim adım Bülent” dedi. “Şimdi gitmek zorundayım, bavulum burada kalsın, akşama gelip sana bakarım.”
“İyi de, kimsenin uğramadığı bu ıssız yere neden geldin? Neden bizim bahçenin kapısını aralayıp da baktın içeri?”
“Meraktan teyze, yasemin kokusuna kapıldım. Evin o kadar güzel ki, bahçen o kadar güzel ki, çiçeklerin o kadar güzel ki, güzellikleri dışarı taşmış. Gelip bu evin içinde yaşayanlarla tanışmak istedim.
Vildan pek bir anlam veremedi şehirlinin dediklerine. Nesi güzeldi ki buranın, atadan kalma taş bir ev, alt tarafı iki göz oda. Çiçekler desen yalnızlıktan, boşluktan işte. Allah gene güç verse de dinelip baksa hepsine, bir bir kurularını ayıklasa, diplerini çapalayıp gübrelese, sularken konuşup dertleşse onlarla. Gözlerini yumdu Vildan. Bülent çoktan gitmişti bile, ama “Gelecek” diyordu bavulu, bahçenin ortasında dikilip duran kara bavulu, “Dönüp gelecek” diyordu.
Önce İsmail dönüp geldi balıktan. Mahzun baktı uyuyan karısına, kırgın baktı elindeki sepete, sessizce götürüp bıraktı mutfağa, tezgâhın üstüne. Sepetin içinde sadece dört barbun vardı. Gene boşuna beklemişti denizin üzerinde bütün bir gün. Daha gün ağarırken asılmıştı küreklere, yanında yöresinde oynaşan kuşlara imrenerek. Sonrası hep bir umut, ha vurdu, ha vuracak. Neler kurmuştu düşünde saatler boyu. Kara gözlü çipuralardan semiz levreklere, obur lagoslara kadar. Seslenip çağırmıştı onları bir bir. Eskiden olsa duyup gelirlerdi de şimdi ne olduysa, deniz duymuyordu onu, kendi sesini duyan gene kendi oluyordu. Gün dönerken gene Vildan’ı düştü aklına, bahçenin ortasında kimsesiz yatanı. Eli boş mu gidecekti gene eve? Ne pişirecekti de yedirecekti? Bugünün yarını da vardı. Unutmak istedi korkunç yarını, bilinmez yarını, umutsuz yarını.
Domatesleri ince ince kıyıp biberlere kattı, üstüne birkaç yumurta. Menemen severdi Vildan. Yerdi gözünün içine baka baka. “Ellerine sağlık bey, Allah senden razı olsun, Allah daha çok versin.” Gözleri hep doluydu Vildan’ın, dokunsan ağlayacak. “Bir daha onmam ben gari” demeye başlamıştı. Çocuklara haber etse miydi? Onları görünce belki doğrulurdu Vildan, belki gülüverirdi başını kaldırıp da, eskisi gibi memelerini hoplata hoplata, o güldükçe belki güller açardı bahçede yeniden.
Mutfağa girerken sepette dört barbun, kırgınken yılların denizine, dalgınken düşünmekten, darlanırken içi fark etmemişti bile bahçenin ortasında duran kara bavulu. Elinde menemen sahanıyla mutfaktan çıkarken çarptı ona. Az kalsın dökülüyordu özenle hazırladığı yemek.
“Bu ne bu?”
Vildan doğruluverdi, ama doğrulmasıyla gene yatması bir oldu.
“Bilmem ki bey, bizim oğlandan az kabaca şehirli biri, belli ki bizim buralardan değil, ev güzel, çiçekler güzel, yasemin güzel kokuyor, akşam olunca gene gelirim dedi gitti.”
“Nereden gelip, nereye gidermiş, bizim buralarda ne işi varmış?”
“Bilmem ki, akşam gelip sana bakarım dedi.”
“Üstüne iyilik sağlık, dur hele gelince görürüz elbet.”
Menemeni bölüşüp yediler. Vildan’ın koluna girip ayakyoluna götürdü İsmail, sonra bahçede biraz dolandılar, tam yatıracaktı ki kara bir kafa uzandı bahçe kapısından.
“Merhaba amca, ben Bülent, teyze hastaymış bir bakayım dedim, iznin olursa.”
“Gel evladım gel, sen doktor musun?”
“Doktorum, gerçi okulu bitireli daha iki yıl oldu ama…”
“Buyur bak oğlum, bir de sen bak.”
Bülent hemen bavulunu açıp aletlerini çıkarttı. Önce tansiyonunu ölçtü, arkadan gözlerine, kulaklarına ışık tuttu, alnını yoklayıp başını öne arkaya eğdi, kalbini sırtını dinleyip karnını yokladı parmaklarıyla.
“Elimi takip et teyze, kaşlarını çat, dişlerini göster, kolumu sıkıca tut bakalım” diyerek tepeden tırnağa muayene etti Vildan’ı. Muayene bitince gidip bavulundan kalın mı kalın bir kitap çıkarıp karıştırdı da karıştırdı.
Gece gelen misafir bırakılır mı? İsmail ona güzelim barbunları kızarttı, kesti yanına olgun bir domates, sivri biberleri tabağa dizip buyur etti. Bülent bir yandan kitabını okudu, bir yandan “Hiç bu kadar lezzetlisini yememiştim” diyerek yuttu balıkları. İsmail gidip oğlanın odasını havalandırdı. Anasının, dönse de gelse diye umut katarak, oğlu için aylar öncesinden hazırladığı ak çarşaflı yatakta yatırdılar Bülent’i o gece.
Sabah kahvaltıdan sonra “Akşama görüşürüz” diyerek çekip gitti Bülent, ama akşama kalmadı. Az sonra elinde ilaçlarla geri geldi. İsmail Vildan’ı dut ağacının altına yatırıp denize açılmıştı bile. Bahçe kapısından kara kafanın içeri uzandığını gören Vildan, günler sonra ilk defa umuda döndü yüzünü. İçinde bir kıpırdanış, bir tevekkül, “İşte o an geldi” dedi çiçeklerine, “Haydi artık bükmeyin boynunuzu.”
“Teyze, iğne olmaktan korkar mısın?”
“Yok oğlum, neden korkayım, bana çok iğne vuruldu bunca zaman.”
“Ama bu bildiğin gibi değil, epey uzun sürecek, sen de ben de sabırlı olacağız.”
“Olurum oğlum, ateşe atla desen atlarım, yeter ki dineleyim.”
“Haydi bismillah o zaman.”
Bülent Vildan’ın damarını bulup iğneyi batırdı, başladı yavaş yavaş itmeye, ilaç ılık ılık yayılırken tüm bedenine, bir ağırlıktır çöktü gözlerine. İşte ölüm böyle bir şey olmalı, diye düşündü Vildan, sonrası toprakta derin bir oyuk gibi nemli, kaygan ve koyu bir karanlık.
Bülent’in eli Vildan’ın nabzında ne kadar zaman geçti bilinmez, kıpırtısız yattı Vildan. Dut ağacının altında değil üstünde bir yerlerde yatıyordu artık, hafifti yapraklardan, bulutlardan, bahçenin içinde oynaşan ışıklardan bile daha hafif. Sonra bir kedi gibi gerine gerine açtı gözlerini.
Bülent kendine çay yapmış içiyordu.
“Oh, şükürler olsun teyze, iyileştiğini görmeden gidemedim. Çay içer misin?”
“İçerim evladım.”
“Haydi gel, birlikte mutfağa gidip alalım.”
Akşam Vidan kocasını kapıda karşıladı. Görmediğe dönmüş, neşesi yerine gelmişti. İsmail onu öyle görünce şaşkınlıktan duvarın dibine çöküverdi.
“Şükürler olsun ulu Rabbime, Bülent doktorum nerde?”
“Oğlanın yatağında uyuyor. Eline yapışıp yalvar yakar oldum. Amcan dönmeden gitme diyerekten. Zorla alıkoydum bir gece daha.”
“Hanım şansımız döndü inan. Seni ayakta görmek yeterdi ama Rabbim iki de lagos verdi bize en irisinden. Birini restorana yolladım, ötekiyle de misafir ağırlarız dediydim.”
O gece yenildi, hatta birkaç kadeh de rakı içildi. Ta geçen yıldan kalma şişeyi getirdi İsmail dolabın derininden. Sohbet gülücüklere karıştı, türküler söylendi, çiçekler bile katıldı bu mutlu üçlüye. Yasemin en baygın kokusunu savurdu ortalığa, dut en olgun meyvelerini döktü yerlere patır patır, mercanlar, akşamsefaları, ortancalar yeni yeni çiçekler açtı. Masanın ortasındaki lagos bile, o çokbilmiş edasıyla, koca kafasını maydanozların arasında sallayarak katıldı onlara. Vildan arada sofradan kalkıp bir çiçekten ötekine geçiyor, onlarla konuşuyor, elinde hortum, günlerin özlemiyle hepsini tek tek suluyordu. Akşamın sonu yaklaşırken, Vildan yerden topladığı en iri dutları bir tabağa koyup sofraya getirdi. İsmail ve Bülent bardaklarını “Şak” diye vurup son yudumu başlarına diktiler.
İsmail, “Oğlum, sen bu kadını iyi ettin ya, dile benden ne dilersen” deyince Bülent bir an donup kaldı. Oturduğu yerde hafifçe doğrularak elini çenesine götürüp sıvazladı, kaşlarını çatıp parmaklarını saçlarının arasından geçirdi, sonra biraz sarhoş biraz kararlı “Kızını” deyiverdi.
“Yasemin’le aynı hastanede çalışıyoruz, izniniz olursa evlenmek isteriz.”