Fransız film yönetmeni Jean-Pierre Jeunet, beyaz perdeye taşıdığı Amélie Poulain karakterinin gerçek kimliğini yirmi iki yıl sonra açıkladı: Amélie bir KGB (Sovyetler Birliği döneminin istihbarat servisi) ajanıydı.
Jeunet’nin, yeni kısa metrajı (Amélie Poulain’in Gerçek Hikâyesi) için asıl vermek istediği mesaj, film yapım süreçlerinde kurgunun önemini ve görüntülerin yeni senaryo için nasıl yeniden kurgulanabileceğini gözler önüne sermekti. Bununla yan yana ilerleyebilecek bir diğer bakış açısından da bu girişim, Amélie’nin “gerçekliğin yaratımına” dair bir film olduğunu hatırlatan metaforik bir mesaj olarak kabul edilebilir. Keza karakterin yıllar sonra bir kere daha “gerçeğin üzerine çıkabilmeyi” başarması, ölümsüzlüğüne de yeniden imza atmasını sağlamış oldu.
Amélie’nin bir ajan olduğuna dair başlıklardan biri de şöyle atılmış: Amélie sandığımız kadar masum olmayabilir. Gerçekte Amélie zaten masum değildi. Belki bir ajan değildi fakat kendi küçük yaşamında ajanlık yapmadığı da kesinlikle söylenemezdi. Ancak bu ajanlıkta asıl mesele şu ki, bazen kendi kaderimizden ve sorumluluklarımızdan kaçmak için, başkalarına yardıma koşarız yani Amélie’nin, başkalarının yaşamına burnunu sokması, kendi konfor alanına bir kaçıştı aynı zamanda.
Amélie risk almakla, korkularımızla yüzleşmekle ve gerçeğin, korktuğumuzdan ve sandığımız şeyden çok daha basit olabileceği ve daha önemlisi, onunla yüzleşmenin bizim için sandığımız kadar incitici olmayabileceği ile ilgili bir film. Filmin orijinal adı olan Amélie’nin Muhteşem Kaderi ise Amélie’nin kendisini ve diğerlerini, konfor alanının dışına çıkaran küçük ajanlıkları ile belirlenmiş olur.
Rastlantısallıklar ve karakterimizi belirleyen küçük kazalar
Film, yaşamın gidişatını ve dahası, karakterimizi belirleyen küçük rastlantısallıklara dair bazı göstergelerle başlıyor. Hayatın bazı rastlantılara tabi olarak ilerleyişini, yoldan geçen mavi bir sineğin rüzgâra meydan okuyan kanat çırpışları ya da masadaki cam bardakların, rüzgârın örtüyü havalandırması karşısında kırılmadan dans edişleri gibi detaylardan izleriz. Bunlar, başlangıçta öylesine serpiştirilmiş detaylar gibi görünürken bir süre sonra tuhaf rastlantısallıkların herkesin hayatındaki trajik yerini fark etmemize kadar giden bir anlatıya bağlanır. Karakterlerin, bu kazalar sonucu belirlenen “kendi karakterlerine” sıkı sıkıya tutunmalarıyla birlikte bu durum daha da belirginleşir.
“Karakterimiz” diye bir şey gerçekten varsa bile, bu bizim tek kaderimiz mi? Bir hayatta farklı karakterler deneyimliyor olabilir miyiz? Diğer yandan, bizi çok inciteceğini sandığımız, “Benliğimize aykırı,” diyerek kaçındığımız ya da başımıza gelmesinden korktuğumuz şeyler onlarla yüzleştiğimizde gerçekten sandığımız kadar bizi incitir mi? Rastlantısal kazaların karakterimiz üzerinde bıraktığı izlerden ve sınırlayıcılıklarından sıyrılmak, risk alan ve değişime açık olan yanımıza kavuşmak yani “karakterimizin dışına çıkmak”, aynı zamanda konfor alanımızın dışına çıkmak sayılmaz mı?
Rastlantısallıklar karşısında yapılacak iki şey vardır: ya onlarla uyumlanarak cam bardakların yaptığı gibi dans etmeyi ve risk almayı öğrenmek ya da tüm uykularını tek seferde uyuyarak yaşamının geri kalanını uyanık geçirmeye karar veren komşu kadının yaptığı gibi, onlara planlı programlı bir biçimde bariyer çekmek ve kendi belirlenimciliğimiz çizgisinde bir yaşam kurgulamak.
Bir aksiyon filmi olmayan bu filmin, birkaç saat sonra Amélie’nin kaderini değiştirecek olan olay ile başlayacak olması, tam da bu ikisinin dansı ile ilgili. Hayır, Amélie olağanüstü bir şey yaşamayacak. Sadece, yine bazı rastlantısallıklar deneyimleyerek ve onları birbirine olması gerektiğini sezdiği biçimde bağlayarak “kaderi”, avucunun içine alabileceğini keşfedecek.
Karakterimiz kaderimiz mi?
Filmdeki karakterlerin her biri, aynı ipin ucunun birbirine bağlanan iğnelerden geçirilmesi gibi. Filmin hangi karakteri merkeze alarak ya da hangisinden ilham alınarak çekilmiş olabileceğini sorgulamak durumunda kalıyorsunuz bir noktada. Film, bu karakterler hakkında bize detaylı bilgi vererek onların aslında nasıl da kendi kimliklerine gömüldüğünü ve bunun sınırlayıcılıklarından asla kurtulamadığını incelikle anlatır.
Karakterimizi belirleyen, bizi tanımlayan şeyler trajikomik biçimde bir kaza, bir yanlış anlama eseri ortaya çıkmış ya da işler öyle olmaması gerekirken öylesine oluvermiş, bir akışa kapılıp gitmiş de olabilir. Görünüşe göre, bu denli rastgeleliğe ve anlık kazalara karşın bu tür durumlar bizim duygu hâlimizi, hayata karşı olan tavrımızı ve hatta fiziksel özelliklerimizi dahi belirleyebiliyor. Amélie’nin küçükken çektiği fotoğraflar yüzünden, kendisini tüm dünyada meydana gelen kazalardan sorumlu olduğuna inandıran komşusu gibi, insanlar yolumuza öylece çıkıverir, rastgele bir şeyler söyler ya da yaparlar. Bir müze çıkışı binanın tepesinde intihara kalkışan bir kadının, Amélie’nin annesinin üzerine düşerek ölümüne sebep olması ya da babasıyla yalnızca sağlık kontrolleri sırasında temas kuran küçük Amélie’nin bu yakınlaşma sırasında heyecanlanmasından ötürü babanın ona kalp hastası teşhisi koyması ve hayatının geri kalanını evden eğitim alarak ve bunun sonucunda da yalnızlığa alışmış bir çocuk olarak geçirmesi gibi…
Bir karakterimiz olması doğaldır ama bu karakterimizin her parçası gerçekten bize mi aittir? Yoksa bu küçük kazalara zamanla bazı başka belirlenimler de keskin çizgilerle ekleniyor olabilir mi? Her iki koşulda da ne fark eder ki? Evet, bazılarımızınki tesadüfi değil doğuştandır, cam adamın kemiklerinin kırılganlığı gibi ya da manav çırağının takıntıları gibi… Doğuştan olması da, zaten asıl beklentinin dışına çıkması noktasında bir “sapma” oluşu ile yine bir kaza değil midir aslında? Yani gerçekten fark eder mi? Asıl soru yine aynı. Bu beklenti dışı ve sapmaya uğramış gelişmelere karşın yolumuza hâlâ esnek bir biçimde devam edebilecek miyiz? Nasıl edeceğiz?
Gerçeğin üzerine çıkmak
Sezgisellik akımı öncülerinden Henri Bergson Gülme adlı eserinde, insanda gülmeye neden olan şeyi, olayların katıksız bir mekaniklik içinde işlemesi ve otomatizm izlenimi yaratan esneklikten yoksunluğa meyletmesi ile ilişkilendirir. Kısacası, Bergson’a göre, hayatın mekanikleşmesi denen şeyde gülünçlük vardır. Bergson şöyle der: Hayatın ve toplumun her birimizden talep ettiği şey, mevcut durumun sınırlarını anlayan sürekli uyanık bir dikkat ve ayrıca o duruma kendimizi uydurmamızı sağlayacak zihinsel ve bedensel esnekliktir.
Amélie’nin hayal dünyasında, kendisini yaşamının gidişatına dair en ağır varsayımlara kaptırıp ağlamaya başladığı sahneleri, bizim bir nebze komik buluşumuz da bundan olabilir. Amélie, bir süper kahraman olsaydı onun gizli gücü sezgileri olurdu. Amélie, kendisi gibi sezgileri güçlü kimselerle direkt bağ kurabiliyor ve sezgilerini dinleyerek peşine düştüğü ufak maceraların sonunda gerçeğe açılan kapıya onunla birlikte biz de incelikle varıyoruz.
Amélie evinde bulduğu, çocukluk anıları saklı bir kutuyu, sahibine teslim etmek üzere bir arayışa koyulur. Kutunun sahibi Bay Bretodeau, bu sürprizin ardından hemen çocukluk anılarına geri döner. Okuldaki küçük bir misket kazası, kaderini belirleyen küçük kederleri kendisine anımsatır. Yine bir kederin nasıl da rastlantısal bir biçimde oluştuğunu hatırlatan bu misketler sayesinde, geçmiş kırgınlıkların da bir önemi kalmamış olur. Yaşlı adam böylece kederinin üstüne çıkmayı başarır ve yıllardır kızıyla konuşmamalarına sebep olan her neyse bundan vazgeçerek onu ziyaret etmeye karar verir. Bunun üzerine Amélie’nin gözünde dünyanın karmaşıklığı bir kez daha çözülmüş olur. Sezgisel olarak bildiklerini doğrulamanın mutluluğu ve aynı zamanda bununla ne yapacağını âdeta şaşırdığı bir cesaretin içindedir. Bildiklerinden emin olma cesareti… Bildiklerini hayata geçirme ve başkalarının da anlamasını sağlamaya çalışma cesareti… İşte bu yüzden ilk iş olarak, yolda rastladığı kör adama etrafta gördüğü her şeyi anlatmaya başlar ve kör adam da onunla aynı şekilde bir aydınlanma yaşar.
Manav Collignon’un “Zekâ yaşı 2!” dediği çırağı, “doğuştan bir dâhi değil”, evet ama onun çok özel tutkuları var. Manav Collignon, çocuğu sakarlıklarıyla tanımladıkça çocuk daha fazla sakarlık yapar. Amélie ise sempati duyduğu bu çırağın üstüne fazlasıyla gelen manav Collignon’a bir ders vermek için evindeki her şeyin gizlice yerini değiştirerek kendisinin şaşmaz becerilerinden şüphe duymasını sağlar. Bu durumda ona kötülük etmiş gibi görülebilir ama bir sonraki aşamada telefon rehberinden nihayet annesini değil de psikiyatri merkezini aramasını sağlayarak onu da konfor alanının dışına iter. Sonuçta bir bakıma ona iyilik etmiş sayılır.
Manav Collignon’un aşırı kontrolcü annesinin eleştirip durduğu kocasının şu sözleri ise ilgi çekicidir: Benim sözlerim sayılmaz çünkü ben yaşlı bir bunağım. Yine bir başkasının kendisini tanımlayışının parmaklıkları arasında sınırlandırılmış bir adam karşımızda. Oysa kadının sistemli bir biçimde düzenlediği ve gurur duyduğu dosyalarını karıştırarak bulduğu cevabı, adam zaten konuşmanın başında vermişti. Karakterimizi tanımlama noktasında bu tür insanlar o kadar sistemli, inandırıcı ve hükmedici görünürler ki, onların söyledikleri mutlaka doğru olmalıdır. Öte yandan diğerlerinin bir çırpıda söyleyiverdikleri doğruları bir kenara atarlar. Oysaki sezgisellik akımına göre, bilginin tamamına sezgilerimizle ulaşabiliyorken rasyonalite ile onun sadece bir kısmına ulaşabiliyoruz.
Komşu Madelaime Walace ise, isminin anlamından ötürü kaderinin yaşam boyu ağlamak olduğuna inanıyor. Amélie onun bu inancını kırmak için eski kocasının mektuplarından sahte bir kayıp aşk mektubu hikâyesi yaratıp kadını, yaşamı ve kendisi hakkında yeni bir fikre kavuşturuyor. Böylece onu da şanssızlığı ile belirlediği konfor alanının dışına ve elbette gerçeğin üzerine çıkarmış oluyor. Ancak günün sonunda Amélie bu sefer de bir başka sezgi içine çekilir. Yaşadığı bu deneyimlerden sonra bu kez de kendi yaşamının tüm olası gidişatı gözlerinin önüne gelir. Televizyon izlerken ekrandakileri kendi yaşam seyrine yorduğu sırada, bu öngörülerin onu ağlatması hem komik hem de dokunaklıdır. Ancak asıl mevzu, bu sırada Amélie’nin işinin henüz tamamlanmadığının ayrımına varmasıdır: Başkalarından esirgemediği nefesi havasızlıktan boğulan o adama, yani babasına vermemişti.
Raphael Poulain (Amélie’nin babası) seyahate çıkmayı, gençliğinde Amélie’nin (sözde) kalp hastalığı yüzünden ertelemiştir (kaza). Yaşlılığında ise bu seyahati yapmaya hevesi yoktur (sonuç). Her ne kadar bunu yapmamak için artık geçerli bir nedeni olmasa da bu geçip giden yılların gerekçelerine ve eşinin ölümünden sonra yalnızlığına hapsolmuştur (rastlantısal kader). Bahçe cücesi, aslında karısının küllerini bahçede tutan adamın karısının ruhunu temsil ediyor. Onu eve hapseden ve çıkıp emekliliğinin tadını çıkarmasını ve dünyayı gezip görmesini engelleyen de bu çünkü bunların tümünün sadece karısıyla yapılmasını planlamıştı ve şimdi karısı olmadan yani “beklentinin dışında bir şekilde” yapılabilmesini uygun bulmuyor yani yine kederin üzerine çıkamıyordu, ta ki Amélie ikna edemediği babasının yerine bu cüceyi alıp hostes arkadaşı aracılığıyla bir dünya turu gezisine çıkarana kadar.
Diğer bir karakter, “başarısız yazar” Hipolito’nun yazdığı ama yayımlamadığı kitapta risk almakla ilgili: Bu kitap, günlük tutan bir adamın hikâyesi. Ancak adam başından geçenleri yazmıyor, başına gelebilecek en kötü şeyleri yazıyor ve depresyona giriyor ve hiçbir şey yapamıyor. Yani Gina’nın da dediği gibi, sonuçta hiçbir şey yapmayan birinin hikâyesi.
Hastalık hastası Georgette’in ise konfor alanı, bedeninin kırılgan yapısı. Bu ona, daima kendini korumaya alması için oldukça geçerli bir gerekçe sunuyor, ta ki Amélie onun kazayla tutkulu bir aşkın kollarına düşmesini sağlayana kadar.
Rastlantısallıkların üzerimize yapışıp karakterimizin sivrilen köşelerini oluşturmasına bir diğer örnek de, bir zamanlar sirkte çalışan ve bu sırada büyük bir kaza ile bir “aşk kazasını” aynı sebeple yaşayan kafe işletmecisi Bayan Suzanne. Ve bu kaza sonucu tek bacağını kısaltmaları gibi fiziksel bir sonuç… Artık aşka inanmıyor. Amélie, aşkın bazı küçük formüllere dayandırılabileceğini bu kadının hikâyelerini anlatması sırasında seziyor. Bay Joseph ise kadınlara güvensizliği yüzünden tüm zamanını ve enerjisini bu varsayımların geçerli olup olmadığını test etmeye adayacak kadar takıntılı biri. Üstelik dedektiflik yaptıkça şüphelerini haklı çıkaracak türlü şeyler, gerçek olmamasına rağmen gözüne çarpıyor ve trajikomik biçimde inançlarını iyice perçinlemesine sebep oluyor. Onun konfor alanı güvensizlik duygusu.
Aslında o kafe de her birinin konfor alanıdır çünkü birbirlerini oldukları gibi kabul ettikleri güvenli yerdir. Belki de olduğumuz gibi kabul edilmediğimiz yerlere, yakın çevremizin dışına çıkmak da bizi ıslah edecek meydan okumalardan biridir.
Olağan dışı beklentiler ve küçük aydınlanmalar
Garip bir şekilde Amélie, âşık olacağı adam Nino’ya, başkalarına yardım etmeye koyulduğu sırada rastlamaktadır. Bu da filmin bize, Amélie’nin muhteşem kaderinden söz ederken yalnızca aşkı bulmaktan değil kadere yön verilebileceğini anlamasından ve bu becerisini başkalarına yardım için kullanmasından geçtiğini anlatma biçimi. Amélie’nin kaderi, aşkını bulmakla ve diğerlerine yardım etmekle aynı yerdedir.
Gizemli Nino’nun karakterine, diğer oyunculardan farklı olarak kendisi hakkında anlatılanlar aracılığıyla yakından bakabiliyoruz. Nino ile Amélie’nin ortak noktası aslında karakterleri değil, karakterlerini sınırlandıran şeylerden nasıl çıkabileceklerini çözmüş olmalarıdır. Amélie, Nino’ya yaklaşmaya çalıştığı sırada, ilk olarak ön yargılarıyla test edilir. Onun seks ürünleri satan bir dükkânda çalıştığını öğrenince tereddüt eder ve “İlgi alanlarımız aynı değil,” diyerek neredeyse vazgeçer. Bu sırada Amélie’yi sürekli gözlemleyen komşusu Bay Dufayel’in yüreklendirmesiyle tekrar bir risk alır ve dükkâna giderek yalnızca etkilendiği yönlerine kapılmak yerine bu adamın tamamını tanımak için kendine bir şans verir.
Ne yapacağımızı düşünmek hakkında düşünmek ile (kafedeki diyaloglar) gerçekten yapacaklarımızı işleme koymak (Amélie’nin girişimleri) jimnastiği arasında ciddi fark vardır. Dahası, ne yapacağını planlamak ve nihayet onu adım adım, doğru zamanlama ve strateji ile uygulamak arasında, yine esneklik gerektiren farklı aşamalar vardır. Amélie önce başkalarının ve sonra kendi hayatının örüntülerini ince ince dokurken ve Nino ile olan ilişkisini küçük stratejilerle kurgularken bir noktada işlerin onun hesapladığı gibi gitmeyip sarpa sardığı anların gelişine de rastlarız. Örneğin Nino, kafedeki buluşmaya gecikince zihninde ürettiği olağan ötesi varsayımlar, bize Amélie’nin hayal gücünün ürkünç yanlarını sunar. Ancak nihayet asıl gerçeklik belirdiğinde, yani Nino sadece on dakika gecikerek kafeye ulaştığında Amélie’nin eli ayağına dolaşır çünkü kendini bu sıra dışı olasılıklara hazırlamakla meşguldür. Böylece kafedeki buluşma planı bocalamayla biter.
Daniel Martin Feige, Caz Felsefesi’nde, cazdaki doğaçlama unsurunu anlatırken hem müzikte hem yaşamda, beklentilerin nasıl verimli bir şekilde boşa çıkarılabileceğinden söz eder. Kendisine göre, başarılı bir yaşamın tanımı tüm beklentilerin birebir karşılanmasına dayanmaz. Aksine gerçek başarı, beklentilerin boşa gitmesi yani işlerin planlandığı gibi gitmemesi durumunda, yeni bir melodi başlatarak gidişatın kotarılması ve sürprizlere açık olma kapasitesi ile tanımlanabilir. Üstelik Feige, tıpkı cazda olduğu gibi, yaşamda da asıl güzelliğin, bu kazara çalınan yanlış melodilerin arkasından gelen doğaçlamalarda ve uyumlanmalarda olduğunu vurgular.
Amélie’nin benzer bir bocalama yaşadığı son sahnede, Nino’nun eve girişini hayal ederken içeri girenin kedisi olduğunu görünce ağlamaya başlaması da yine trajikomik bir an yaşatır bize. Varsayımlara kapıldığımızda nasıl da gülünçleştiğimiz anların kısa bir resmi daha… Amélie bir yandan kek çırpıp diğer yandan gözlerini silerken kendi yaşamına derinden acımaktadır.
Nino, Amélie ve fotoğraf kulübesindeki gerçeklik
Varsayımlar ve onlar karşısındaki basit aydınlanmaların en çarpıcı biçimde anlatıldığı bir diğer yer, fotoğraf kulübesinde yaşanan tuhaflıklardır. Fotoğraf kulübesinde sürekli olarak aynı kişinin parçalanmış fotoğrafını bulmaları, Nino ve onu izleyen Amélie için bir gizem hâlini alır; öyle ki, Amélie sonunda bu fotoğrafların öteki dünyadan kendi varlığını bildirmek isteyen bir ölüye ait olduğuna inanır. Gerçekte ise bu fotoğrafın, kulübenin tamircisine ait olduğunu keşfetmesi ile, Amélie’nin yaşadığı o küçük aydınlanma büyük bir sevince dönüşür.
Şu durumda gerçeğin, kuru ve yavan da olsa, hayal dünyasındaki olağanüstü beklentilerden daha sevindirici bir hâl alması son derece doğaldır çünkü bu durum, gerçeğe açılan bir kapıya rastlamak için bir şansımız olduğunu akla getirir ve bu şans da bize hayata atılma cesaretini verir çünkü hayal dünyası her zaman mutluluğa açılan bir kapı anlamına gelmez, aksine basit bir gerçeklik bizi çok daha fazla mutlu edebilir.
Amélie bu uyanışın nihayetinde, hayal dünyasını ve oyunları bırakıp kendisi gibi hayallere kapılan Nino’yu da fotoğraf kulübesine, yani gerçeğe tanık olmaya davet eder. Böylece basit bir gerçekliği birlikte paylaşmanın sevincini yaşarlar.