Bahar geldi sayılır. Karlı kış günlerinden sonra güneş ısıtırken içimizi bende bir neşe, bir keyif… Bir yandan da İstanbul Film Festivali yaklaştıkça, onun heyecanı da sarıyor. İki yıllık bir aradan sonra yeniden salonlar arasında koşturmaca başlayacak. Dünyanın farklı ülkelerine sinema aracılığıyla yol alacağız. Henüz festival başlamamışken pandemi ruh halinden çıkıp yeniden sinema salonunda film izlemeye başlamak için Pedro Almódovar filmi ne güzel bir seçenek oldu. Bu bahar bana sinemayla geldi. O zaman bakalım Bay Almódovar bu sefer neleri, nasıl anlatmış.
Daha önceki filmlerinde olduğu gibi “Paralel Anneler” ya da orijinal ismiyle “Madres Paralelas”ta da Penélope Cruz var ve bir kez daha anne rolünde. Aslında bu filmde anne olmak iki ana konudan birisi. Anne olmayı en saf haliyle, en bozulmamış, en katıksız haliyle ele almış. Bir kadın mutlaka ve sadece kendi doğurduğu çocuğa mı annelik etmeli? Tutucu izleyicilerin kafası karışabilir. Bir çocuğun birden fazla annesi olabilir mi? Kendi çocuğun olmadığını bildiğin bir çocuğa annelik yapabilir misin? Neden olmasın ki? Ya da sosyal hayatında babası olmadan çocuk büyütebilir misin? İşte burada senin için olabilir; yeterince güçlüysen ama ya çocuk için diye sormak isterim.
“Paralel Anneler” filmini yazacaktım konu nerelere gitti. Bunun bilinçli bir nedeni var tabii ki. Film beni “Anne Olmak” üzerine düşündürdü. Bu sefer Penélope Cruz’a eşlik eden bir genç oyuncu daha var. O da paralel annelerin ikinci annesi. Belki de doğduğu ailede çocuk olmayı öğrenememiş bir anne. Ya annesi babası? Onlar da ebeveyn olmayı öğrenememişler. Filmi izlerken bir kez daha dedim ki insanlar yaşları kaç olursa olsun anne-baba olmadan önce psikolojik eğitime, tedaviye ya da nasıl adlandırırsanız anne-baba ehliyeti almak üzere bir çalışmaya tabi tutulsalar. Acaba bugün çocuk doğurmuş kaç kişi hâlâ çocuklu olurdu?
Bay Almódovar düşüncelerimi nerelere götürdünüz böyle? Oysa filmin sinemanın istediği oyunculuk, ışık, görüntü, kostüm, dekor, müzik, kurgu olmak üzere her dalını en iyi şekilde sergilediğini ve bütün bunları izlemenin bir izleyici olarak bana ne kadar iyi geldiğini yazacaktım. Tüm bunları usta işi manevralarla filme yediren yönetmen bu kez birkaç defa izleyiciyi şaşırtmayı tercih etmiş. Hatta film başladığında anneler, hem de paralel anneler bu konunun neresine yerleşecek diye düşündüm. Hatta konu annelere geçtiğinde başlangıcı atıp buradan başlasaymış dediğim bir sahne de oldu. Filmin son bölümünde o kadar iyi bir toparlamayla başa dönüldü ki bu yönetmenin ikinci meselesi olarak ilk meseleyle bütünleşerek tek bir konu ırmağında aktı. Öyleyse anlatmak istediğimi şöyle başka bir ifadeyle anlatayım. Bazen sadece anın keyfi nedeniyle düşer embriyo, ana rahmine. Sonrası annenin tercihiyle yeni bir yaşam başlar. Kadın bedeninin en güçlü yanı belki de doğurmak. Yaşamın başladığı sosyal ve politik ortam o yaşamın süresini, nasıl gelişeceğini ve hatta nasıl sonlanacağını belirler; tarih olur. Pedro Almódovar “Paralel Anneler”de bir yandan da ülkenin politik tarihiyle ilgili bir konuya; kayıplar konusuna değiniyor ve bunu ilgiyi koparmadan filmin konusunun içine yerleştiriyor. Bu yüzden de başlangıç sahnesi yavaş yavaş filme dahil olmak için bir giriş. Ünlü yönetmenin bu kadar politikaya değindiği başka bir filmini hatırlamıyorum.
Filmde fotoğrafın önemli bir yeri var. Penélope Cruz’un bir fotoğrafçıyı canlandırması değil ama konunun kilitlerinden birinin açılmasında da fotoğraf sessizce devreye giriyor. Toplumsal tarihi dert ediniyorsak fotoğraftan daha iyi bir belge de düşünemiyorum. Konunun anlatımına destek olarak fotoğraf, işini görüyor ama kocaman kameraların tüm kadrajı kaplamasının sponsorluktan başka bir anlamı olabileceğini düşünemedim. Bu filmi ana akım anlatıma yaklaştırsa da Almódovar ustalıkla kendi kulvarına çekiliyor ve izleyiciyi de o kulvara çekiyor. Ferzan Özpetek’in filmlerinde yemek sofralarına olan merakı gibi Pedro Almódovar da kırmızı rengi çok seviyor.
Filme dair bir küçük bilgi de vermek istiyorum. Yönetmen bu filmin konusunu daha “Annem Hakkında Her Şey” (1999) filmini çekerken düşünmüş. Hatta bundan Penélope Cruz’a da bahsetmiş ancak pandemi döneminde tam kapanmayla evde geçirdiği yalnız günlerinde yeniden bu konuya dönmüş ve “Paralel Anneler” ortaya çıkmış.
Almódovar’ın tarihle ilgili olarak Eduardo Galeano’dan da etkilendiğini söylemeden geçmek istemiyorum. İki annenin kişisel tarihinden toplumsal tarihe geçiş yapan kurgusuyla “Paralel Anneler”, her iki konuyu da Almódovar ustalığıyla işliyor. Film Galeano’nun tarihin sessiz kalamayacağıyla ilgili bir deyişiyle bitiyor.
“Paralel Anneler”deki tüm konulara mutlulukla, umutla yaklaşım havanın ısındığı, baharın göz kırptığı, doğanın çiçeklendiği bugünlerde bana çok iyi geldi. Pandemi döneminde uzak kaldığım sinema salonlarına yeniden sıcacık bir merhaba demiş oldum, hem de Kadıköy Sineması’nın güzelim salonunda. Bundan sonrası eski dostumuz festivalimizin zamanı. Bahar İstanbul’a filmlerle geliyor. Tıpkı Pedro Almódovar’ın dediği gibi filmlerle kendi gerçekliğimizden uzaklaşıp başka gerçek dünyalara giriyoruz ve orada ben de ünlü yönetmen gibi kendimi daha iyi hissediyorum. Belki de kendi gerçeğimiz olmadığı için. Öyleyse bizim eski dostumuz film festivalimize hoş geldin diyelim.