Prof. Dr. Aslı Tunç, İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya bölümü öğretim üyesidir. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda iletişim lisansı ve Anadolu Üniversitesi’nde sinema-televizyon yüksek lisansından sonra iletişim alanındaki doktorasını 2000 yılında Philadelphia’daki Temple Üniversitesi’nden aldı. Bir yıl boyunca Amerika’daki aynı üniversitede iletişim kuramları ve küresel iletişim üzerine dersler veren Tunç, çalışmalarını 2001 Eylül’ünde Türkiye’ye döndükten sonra medya ve demokrasi, dijital aktivizm, sosyal medya ve toplumsal cinsiyet konuları üzerine yoğunlaştırdı. Mart-Eylül 2020’de Güney Florida Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. 2020 Ağustos -2024 Mart tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Rektör Yardımcısı olarak çalıştı. Tunç’un İngilizce ve Türkçe akademik makaleleri, kitap bölümleri ve uluslararası raporları bulunuyor.

Sinemanın kentsel mekânlarla ve şehir dokularıyla olan ilişkisi üzerine düşünüyorum ne zamandır. Bir kentin dönüşümünün veya aynı kalmasının filmlerde izini sürmek büyüleyici geliyor bana. Kimi zaman neredeyse başrolde olan kentler, o şehri senaryodan çıkardığınızda eksilen öyküler, varlığını hep hissettiren mekânlar. Hatta bazı sinema türleriyle adeta özdeşleşen kentler. Bir düşünelim mesela, romantik komedilerle ya da aşk filmleriyle Paris, Hollywood’un sonuna kadar kullandığı kaotik modern yaşam pratikleri ile New York (özellikle Manhattan), Bollywood filmleri ile Yeni Delhi, Avrupa ve Asya bilimkurgu ve distopya sinemasının kentsel gözdeleri Berlin ve Hong Kong. Her yönetmenle, her senaryo yazarıyla yeniden biçimlenen mekânlar.

 

Oysa sinemanın ilk yılları şehirler neyse oydu. Sanat sineması, kentlerdeki yaşamı karmaşası ya da suç dünyasıyla birebir belgeleme peşindeydi. Gangster filmleri, müzikaller, kara filmler (film noir), melodramlar kentlerin olağan akışının peşindeydi; bazen tüm kötücüllüğü bazen de umudu beyazperdeye taşıma telaşındaydılar. Mesela Berlin: Büyük Bir Kentin Senfonisi (Berlin: Die Sinfonie der Großstadt) 1927’de gün doğumundan günbatımına kadar geçen bir günlük zamanda Berlin’deki dinamik yaşamın yalın bir sunumudur. Kentin adeta estetik bir topoğrafyasını çıkarmaya girişen ilginç bir örnektir bu. En azından kişisel beğeni yelpazemde benim için Berlin, Wim Wenders’in unutulmaz filmi Wings of Desire (Berlin Üzerindeki Gökyüzü) ile özdeşleşir. Wenders, ölümsüzlükten ve sonsuzluktan sıkılmış iki meleğin gözünden anlatılan filmde yabancılaşma ve varoluş temalarını kentle olağanüstü bir biçimde buluşturur.

 

1980’lerle birlikte Los Angeles post-modernizmin baş tacı ettiği şehir oluverir. Sinemada fantezi dünyası ideal şehir hayaliyle buluşur. Mesela hemen akla Blade Runner (1982) ve onun devamı Blade Runner 2049 gelir. Bu filmler parçalanmış toplum ve yalnızlaşmış birey fikrine vurgu yaparak kapkaranlık bir Los Angeles portresi çizer. Los Angeles bilinen güneşli ve rahat yaşamının tam tersine uzun yıllar sinemada fütüristik ve distopik filmlerin kentsel mekânı olur. David Lynch filmlerini ya da Strange Days (1995) gibi bilimkurgu filmleri hatırlayalım örneğin. Bir Konuşabilse’nin (Lost in Translation, 2003) Tokyo’su, Tanrıkent’in (2002) Rio de Janeiro’su, Köprü Üstü Aşıkları’nın (1991) Paris’i, Gün Doğmadan’ın (Before Sunrise, 1995) Viyana’sı, Blue Jasmine’in San Francisco’su, Ah Güzel İstanbul’un (1966) İstanbul’u ve kentleri bize sevdiren sayısız güzel film.

 

İstanbul’un filmlerdeki yolculuğu ise kuşkusuz kalbimize en yakın olanı. Modernleşme tarihimizle birlikte her filmde değişen, adeta soluk alıp veren devasa bir organizma, Yeşilçam melodramlarının ise vazgeçilmez dekoru İstanbul. Atıf Yılmaz’ın 1959 yılındaki Suçlu filminde gecekondulardan evrilmeye çalışan yeni bir kent; Keşanlı Ali Destanı’nda (1964) ise sadece yoksul mahallelerin çevrelediği bir alan. 1990’ların sonu ve 2000’li yılların başıyla birlikte Zeki Demirkubuz’un (Masumiyet, Üçüncü Sayfa ve İtiraf) İstanbul’unda yitip giden insanların nihilist öyküleri ve Reha Erdem’in Boğaziçi kıyılarında dolaşan yalnız ve mutsuz insanları ile karşılaşırız. Yıllar içinde beyazperde, Tarlabaşı’ndan Taksim’e, Tepebaşı’ndan Haydarpaşa Garı’na, Unkapanı Köprüsü’nden Maslak iş merkezlerine sürekli değişen İstanbul imgeleri ile buluşur. Kentsel mekân olarak İstanbul’un sinema tarihindeki yeri üzerine sayısız makale, tez ve kitap bulmak mümkün. Konuyla ilgilenenlerin mutlaka sevgili dostum Feride Çiçekoğlu’nun eşsiz kitap üçlemesi Vesikalı Şehir (2007), Şehrin İtirazı (2015) ve İsyankâr Şehir’i (2019) okumalarını öneririm. Birbirine değmeden akıp giden hayatların, koca bir kente direnen veya ona yenik düşen insanların öyküleri için sinema sanatı biçilmiş kaftan ne de olsa.