Omelas’ı Bırakıp Gidenler öyküsünde yazar Ursula K. Le Guin farklı karakterlere, bu karakterleri kullanarak da farklı kavramlara hayat veriyor. Bunu yaparken farklı imgeler ve benzetmelerden yararlanıyor. Yaptığı bu benzetmelerle devlet-toplum ilişkisinin perde arkasına ışık tutuyor. Aslında devlet anlayışının felsefi boyutuna, felsefi kuramlara da gönderme yaptığını söyleyebiliriz.
Le Guin’in öyküsünü günümüz dünyasıyla ilişkilendirebilmek adına öyküdeki imgelere bakmamız gerekir. Omelas’ı bırakıp gidilişinin nedenlerini anlayabilmek için bu öyküdeki önemli bir simge olan Omelas kentini anlamalıyız. Omelas nasıl bir yer? Omelas ile ne ifade ediliyor? Bu soruların cevabı bizim için kenti daha anlaşılır kılacaktır.
Omelas’ta yaşamın genel olarak mutlu ilerlediği anlaşılıyor. Bunun pek çok örneği var. Le Guin ”Yürüyüş değil danstı sanki bu.” diye tanımlıyor. Demek ki yüzler gülüyor, insanlar mutlu. Refah seviyesi yüksek, insanların sınırları, girmek zorunda olduğu kalıplar yok. Özgür bir yaşam, hep hayal edilen ütopik bir ülke tasvir ediliyor. ”Atların koşumları yoktu, yalnızca gemsiz yularlar takılmıştı.” şeklinde söyleniyor. Koşum; hayvanı arabaya koşmak için gereken kayış takımıdır. Atların koşumları olmayışı gemsiz yularları olmaları en az insanlar kadar onların da özgür olduğuna bir göndermedir aslında.
”Mesela teknoloji ne durumda? Caddelerde dolaşan arabalar, havada uçuşan helikopterler yoktur herhalde. Omelas’ın insanlarının mutlu olmasından belli bu. Mutluluk, gerekli olan ile gereksiz ama zararlı olmayan ve zararlı olan arasında doğru bir ayrım yapılmasına dayanır.” Omelas kenti ve insanları böyle tasvir edilmeye devam ediyor. Son cümle çok çapıcı. Günümüz dünyasına ülkemize hatta yaşamımıza bu cümleyi indirgeyecek olursak: Her geçen yılla beraber mutluluğumuzun azaldığını söyleriz. Eski tadın kalmadığını geçen günlerimizin, geçmişin daha güzel olduğunu söyleriz. Çünkü geçen her yılla beraber teknoloji yerinde durmaz bilakis daha ileriye taşınır. İlerleyen teknoloji elbette ki yaşamımızı günden güne kolaylaştırıyor. Ancak gün geçtikçe gerekli olanla olmayanı ayırt etme kabiliyetimiz de azalıyor. Teknoloji, sanal ortamlar beraberinde derya deniz bir kaynak havuzunu ve bu havuzdan etkin doğruyu arayan bizleri ortaya çıkarıyor. Doğru ayrım yapmak zorlaşıyor ve mutluluk kavramını da sorgulamamız gerekiyor. Tabii mutlu olmayı tek bir etkene bağlamamız doğru olmaz. Kişilerin yapısı, algısı, zaman, mekân, şartlar birçok parametre vardır. Ama Omelas kenti tasvirinde insanların mutlu olmasında payı olan bu durumda hafife alınacak bir unsur değildir.
Evet, mutlu bir kent. Mutlu insanlar. Ama neye bağlı bu? Le Guin’in bu hikâyeyi kaleme alırken Dostoyevski’nin “Bir kentin mutluluğu, her gün bir kızın işkence görmesine bağlı olsaydı, o kentin halkı ne yapardı?” sorusunu referans almıştır. Evet, kentin mutluluğu kızın işkence görmesine bağlı. Halk ne yapıyor dersek? ”Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerinin bilgeliği, zanaatkârlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı.”
Başarılı bir üslupla yazılan bu etkili satırları okuyunca birçok okuyucu gibi ben de kızı kurtarmak gerekli işte bu kadar basit şeklinde zihnimden geçirdim. Kızı görmezden gelenleri kötü insanlar olarak kolayca yaftaladım, kenti terk edenleri (Omelas’ı bırakıp gidenleri) ise korkaklıkla suçladım. İlk okuyuşta bu sonuçları çıkarmak gayet olası. Ama Le Guin bu mesajlardan çok daha fazlasını bize veriyor. Günümüz dünyasına, toplum anlayışına fazlasıyla ışık tutuyor.
Kızın durumu iç parçalıyor. O da iyi olmak istiyor, kurtulmak istiyor ama bir tarafta bir kişinin mutluluğu varken diğer tarafta binlerce insanın mutluluğu. Le Guin bu durumu şöyle ifade ediyor: ”Omelas’taki her bir yaşantının iyiliğini ve güzelliğini tek, küçük bir düzelme uğruna feda etmek; tek bir insanın mutluluğu uğruna binlerin mutluluğunu fırlatıp atmak: Suçluluk duygusunu içeri almak olacaktır bu.”
Suçluluk çok değişken bir duygu aslında. Kişilerin karakteri, kimliğiyle beraber çok farklı şekillere bürünecek bir duygu. Amin Maalouf’un Ölümcül Kimlikler denemesinde: ”Yaşam farklılıklara gebe, ‘’yeniden üretim’’ varsa da asla aynı olmuyor. İstinasız her insan karma bir kimlikle donanmış.” diyor. Omelas’ı bırakıp gidenler olduğu gibi, kalanların da olması gibi, suçluluk duygusunun duyumsanması gibi… Her insanın farklı farklı kimliklere sahip oluşu aynı olaylar karşısında farklı tepkiler vermesine neden olur.
Çok eski bir bilim felsefecisi olan Kanada diyor ki: ”Sebebin yokluğu sonucun yokluğudur ancak sonucun yokluğu sebebin yokluğu anlamına gelmez. Sebep her zaman potansiyel sonuç doğurur.”
Kızın koşulları fazlasıyla sert, ağır. Ancak insanlar bunu görmezden gelip yaşamlarına devam ediyor, edebiliyorlar. Bu sonuç kızın durumunun böyle olmadığını göstermez. Kızın durumuna karşı umduğumuz, beklediğimiz bir sonuç olmaması kızın durumunun (sebep) olmadığı anlamına gelmez.
Kanada’nın başka bir sözüne bakacak olursak: ”Bir şey oluyorsa onun olmamasının da kanıtıdır çünkü o olmadan hemen önce o şey yoktu” diyor. Kanada bunu ölüm doğum kavramlarıyla ilişkilendirerek söylese de kız bu duruma gelmeden önce kent nasıldı, öyle de insanlar yaşamaya devam edebiliyorlardı. Yani kızın böyle oluşu olmayışına da kanıt. Kız daha önceden böyle değildi.
Günümüz dünyasına ülkemize ışık tutuyor dedik. Hangi açıdan peki? Le Guin’in verdiği mesajları günümüze entegre etmeye çalışalım. Çevrenizde kızın durumunda olan binlerce insan vardır illaki. Bu hikâyede tasvir edilen kadar spesifik değil belki. Kanıksadık ya da ne kadar farkındayız bu ve buna benzer durumların tartışılır. Yolda yürürken yardıma ihtiyacı olan birçok insanla karşılaşmışsınızdır. Çoğunlukla birkaç dakikalığına üzülüp, sonrasında başımızı çevirip arkadaşlarımızla eğlenmeye gidebiliyoruz. Gerçi burada herkese de yardım edemeyiz ki elleri ayakları tutuyor çalışsın şeklinde çeşitli söylemeler ortaya çıkabiliyor. Burada ayrıca vicdan kavramı işin içine giriyor. Ama İbn-i Sina’nın şu sözünün tüm parametrelerin üzerinde bir kapsayıcılığı olduğunu düşünüyorum. ”Hiç kimse görmek istemeyen biri kadar kör olamaz” diyor. Evet, görmek istemedikten sonra gözler görmez, fark etmez. Çünkü gözler biyolojik organlardır. Yani göze gelen ışık korneada kırılarak gözbebeğine gelir merceğe ulaşır. Ve mercekte ikinci kez kırılır. Ardından çeşitli merkezlere uğrayıp, onları uyararak görme işlemi gerçekleşir. Biyolojik olarak görme işlemi elbette. Farkına varmak algılamak bunlardan daha ötedir. Bunun için kişisel farkındalıklarımızın olması, bakmasını bilmemiz, baktığımızda neyi göreceğimizin farkında olmamız gerekir.
Farkında olmayan ya da kanıksayanlar olarak bizler (ya da Omelaslılar) mutluluğumuzda o insanların bir basamak oluşturduğunun da farkında değiliz. Belki Omelas kentinde yaşayanlar daha şanslı. Ya da daha en azından bu kadarını kavrayabilmişler. Ülkemizde o kızın durumu kadar güç, ekstrem hayatlar yaşayanlar var, aslında biliyoruz varlıklarını. Ama bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın atasözü misali bizimle bir kesişim içine girmedikçe bu durumda olanları düşünmeyiz.
Ta ki bizi de etkileyecek bir an gelene kadar. Belki roller değişip biz de aynı durumları yaşadığımızda empati yapma yeteneğimiz gelişir. Onun haricinde kısa bir süreliğine hallerine üzülüp Omelaslılar gibi belki biraz gözyaşı döküp yolumuza devam ederiz.
Ne yapmalıyız o zaman? Çözüm ya da izleyeceğimiz yol nedir? Elbette herkese yardımcı olup her şeyi düzeltemeyiz. Aman tüm dünyanın sorunlarını çözmeye ömür mü yeter yahu diyebiliriz. Ancak hiçbir şey yapmadan, kılımızı kıpırdatmadan devam etmek ne kadar doğru. İbn-i Sina demiş ki: ”Hayatın genişliği, uzunluğundan daha önemlidir.” Ömür mü yeter elbette yetmez ama yaşadığımız süreden ziyade nasıl yaşadığımız çok daha kıymetli.
Ülkemize geri dönecek olursak neler yapıyor, nasıl yaşıyoruz? Ülkemiz neslinde değerlendirmem daha kolay olacaktır. Çünkü ben de bu toplumun bir parçasıyım. Gözlemlemem, değerlendirmem daha kolay olacak. Bizlerin Omelas kentini bırakıp gidenler kadar cesur olduğumuzu sanmıyorum. Oysaki ilk hikâyeyi okuduğumda gidenleri korkak ilan etmiştim. Bir şey yapamamanın, düzeltemeyişin ağırlığından dolayı gitmek ne kadar büyük bir eylem aslında. Olayların yaşanan anlamının farkında Omelas’ı bırakıp gidenler.
Gitmenin bir handikapı var bana göre. Nereye gidersek gidelim her yerde oraya göre farklı Omelaslar karşımıza çıkabilir. Amin Maalouf diyor ki: ”Dünya bir tornavidayla parçalarına ayrılamayacak karmaşık bir düzenektir.” Gitmenin de eksi yönünün bu cümlede yattığını düşünüyorum. Birbiriyle bütünleşik bir yapı dünyanın işleyişi. Aslında hiçbir şey yapmamaktansa kılını kıpırdatmak da bir eylemdir. Burada toplumdaki bireyleri ele aldık bırakıp gidenler olarak. Çünkü Omelas’ta bir devlet yapısı yoktu. Günümüzde bırakıp gidenler kefesinde doğru yönetemeyen iktidarlar da bırakıp gitmeli. Bazen en iyi çözüm olabilir terk ediş.