1997’de İstanbul’da doğdu. Galatasaray Üniversitesi İletişim bölümünden 2020 yılında mezun oldu. Şimdi de Marmara Üniversitesi’nde Sinema yüksek lisans öğrencisi. Edebiyata ve sinemaya çıkan bütün yollara ilgisi var.

İstanbul’un arka mahallelerinden birinde iki kadın, bir mücadelenin tam ortasında elleri birbirine kenetli bir yol yürüyorlar. Nedendir bilinmez ipte yürüyen ip cambazları gibi biri düşmeye mahkûm. O zaman anlıyorum ki hayatta kalmak ile ayakta kalmak aynı şey değil.

Toz Bezi (Ahu Öztürk, 2015), iki gündelikçi kadının dostluğu ve günlük mücadeleleri içinde yaşama karşı tavırları üstüne kurulu bir film. Filmin derdi çok; toplumsal cinsiyet, sınıf çatışması, etnik kimlikler ve insan ilişkilerindeki hiyerarşi, tabii yönetmenin aileyi dert ettiğini de eklersek, epey kaotik bir film. Ama bunca derdin içinde film seyirselliğini hiç kaybetmiyor. 1 saat 39 dakika boyunca biz iki kadının hayatlarını izlemekten de onların dertlerine kahırlanmaktan da yorulmuyoruz. Çünkü bu kadınlar çevremizde görüp tanıdığımız kadınlar. Sınıfsal olarak baktığımızda ya birilerinin teyzesi, annesi ya da başka bir gözden bakarsak birilerinin evini temizleyen çalışanları. Ne olursa olsun onları tanıyoruz, bu aşinalık da bizim filme karşı koyamamamızın başlıca nedeni oluyor.

Filmin iki ana karakterinden biri olan Hatun (Nazan Kesal) güçlü bir kadın, tuttuğunu koparan, temizlik yaptığı evlerde gelecekte oturmayı hayal eden hırslı bir karaktere sahip. Sınıfsal konumuna karşı da bir mücadele içinde. İşçiyken sahip olmak istiyor, mülkiyet sahibi. Hatun ile aynı binada oturan ve gündeliğe giden Nesrin (Asiye Dinçsoy) ise daha naif, kırılgan. Hayatın pençelerini henüz görmemiş biri. Çok büyük hırsları da yok. Tek derdi evi terk eden kocasını eve döndürebilmek. Ama kocası Cefo’ya (Cafer) bir türlü ulaşamıyor. Hatun ile olan diyaloglarından Nesrin’in onu eve ekmek getirmediği için kovduğunu anlıyoruz. Nesrin’in tek derdi ayakta kalabilmek, bunu başarabilmekse onun için hiç kolay değil.

Film ilerledikçe Nesrin’in Hatun ile olan abla kardeş ilişkisi bir yerden sonra yara alıyor. Filmin kırılma noktası da burası. Çünkü Nesrin, Hatun’la kurduğu bu dayanışma sayesinde biraz olsun ayakta kalabilmekte. Hatun’un ona sırt çevirmesi Nesrin için kaçınılmaz olan sonu da hızlandırıyor. Nesrin’in kocasının evi terk edişi, yaşadığı maddi sıkıntılar ve içine sürüklendiği depresyon sonucu iyice çökmeye başlaması gündeliğe gittiği evlerin de artık onu istememesine neden oluyor. Hatun ise gücünü ve otoritesini sınayabileceği ilk kişide bunu sınamaktan geri durmayacak, film boyunca çalışan patron ilişkilerinde gördüğümüz hiyerarşiyi ve gücü Nesrin üzerinde deneyecektir. Nesrin ondan borç para istediğinde üstenci duruşuyla onu reddederek yapacaktır bunu. Sonradan iş işten geçse de peşi sıra pişman olması Nesrin’in hikâyesinin gidişatını değiştirmeyecektir.

Filmin sonuna doğru Nesrin bütün çaresizliği ile ortadan kaybolduğunda geride kızı Asmin’i bırakır. Asmin kimsesiz kalmışken Hatun da kendisi hakkında bazı kararlar alacaktır. Kıyamadığı parası ile taksiye binecek, kocasının el sürmediği musluğu tamir edip ve onu Kürt olmasına karşın Çerkez zanneden, sürekli buyurgan bir tonla iş emreden patronunun evini terk edecektir. Hatun inkâr ettiği kimliğine de Asmin’e de sahip çıkacaktır.

Filmin baş kısımlarında Nesrin, otobüsün camından kocasını gördüğünü sanarak indiğinde ona benzettiği adamın peşinden koşarak anadilinde “Beni bu cehenneme yalnız bırakmak için mi getirdin” der. Filmin bir kurbanı bir dönüşeni olsa da kadınların cehennemde var olmaları, nefes alıp vermeleri o kadar güç değil. Yüzyıllardır yaptıkları şey ne de olsa. Ama birlikteliğin ve dayanışmanın tahayyülü de belli belirsiz bir ışık gibi hikâye boyunca varlığını koruyor.

Filmin sonunda yine aynı cümleyi içimden tekrarlıyorum: Hayatta kalmak ile ayakta kalmak aynı şey değil.