Italo Calvino, Görünmez Kentler kitabında belleğin imgeleri bir kez sözcüklerle sabitlenirse onları kaybedeceğinden korktuğunu anlatır. Venedik hakkında konuşursa o çok sevdiği kenti azar azar yitirecek, kentin görüntüleri hafızasından silinip gidecektir.
Cici filmi, minimal diyalog kullanımı ile bellek temasını dingin görüntüler eşliğinde anlatmayı seçiyor, tıpkı Calvino’nun endişeleri gibi. Fazla sözcüğe gerek duymuyor senarist ve yönetmen Berkun Oya. 2,5 saat boyunca sakin tempolu, zamanlar arasında bol geçişkenli, etkileyici bir sinematografi ile izleyiciyi peşinden sürüklemeyi biliyor. O unutmaya çalışılan ama 30 yıl sonra dönülen evin her köşesine sinmiş travmalar film ilerledikçe teker teker ortaya saçılıyor. Filmin başlamasıyla izleyici olarak bizler de 1980’lerin başına ışınlanıyoruz adeta. TRT’nin tek kanal olduğu ve televizyon yayınının gece yarısında İstiklal Marşı ile kapanış yaptığı dönemdeyiz. Betamax video kasetlerin, Alman işçilerinin memlekete getirdiği kirli sarı Mercedes arabaların, eprimiş örgü süveterlerin, Özay Gönlüm’ün üç saplı sazının, Kemal Sunal filmlerinin ve kasetçaların ele verdiği o yıllar. Orta Anadolu’da üç çocuklu bir aile ile tanışıyoruz. Baskıcı bir baba, çocuklara kol kanat geren bir anne, 15-16 yaşlarında bir genç kız, 10-12 ve 6-7 yaşlarında iki erkek çocuk. Aileye, ölen bir tanıdıklarının hayatta kimsesi kalmayan oğulları da dahil olunca ilişkilerin dengesi değişir.
Filmde 30 yıl sonra günümüze geçiş yaparız. Çocuk karakterler orta yaşlı halleriyle büyüleyici bir doğanın ortasındaki büyük taşra evine geri dönmüşlerdir. Mekân aynı görünse de dönemin vurguları değişmiş, ev modern bir biçimde dönüştürülmüştür. Baba travmasını en derinden yaşayan ortanca kardeş yönetmen olmuş ve çocukluğunun geçtiği bu evde otobiyografik öğeler barındıran bir filmi çekmeye soyunmuştur. Ablasının ve yeğeninin sette yer aldığını, hatta annesinin (muhteşem performansıyla Nur Sürer) filmde rol aldığını görürüz. Film içinde film çekimi yabancılaşma öğeleriyle izleyiciye ufak ipuçları sunmaktadır. Seyirci olarak karakterlerin çocuklukta yaşadıklarının ne kadarını biliyoruzdur? Karakterler aslında ne kadarını hatırlıyor; ne kadarının boşluklarını başka olaylarla dolduruyordur? Hafıza hem senaryo içinde oyunculara hem de ekran başındaki izleyiciye oyunlar oynar. Aslında Barış Bıçakçı’nın Aramızdaki En Kısa Mesafe kitabında yazdığı gibi, “Bu dünyada hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil. Her şey hatırlandığı gibi” midir?
Cici, aynı zamanda bir yarım kalmışlık öyküsüdür. Travma sonucunda tamamlanamayan bir film, yarım kalmış bir aşk, plansız buluşmalar, eski yaralar, bastırılmış duygular ve çekmeceye kilitlenen sırlar.
Berkun Oya, hiç kuşkusuz derinlikli bir öykü anlatıcısı. Sona doğru gittikçe artan beklentinin finalde güçlü bir biçimde karşılanmadığına inanmakla birlikte asıl meselenin o noktaya kadar yaşananlar olduğunu düşünüyorum. Film daha kısa olabilir miydi, öykü daha seri biçimde anlatılabilir miydi? Belki. Ama bu son tahlilde sinemasal bir dil tercihi. Oyuncu kadrosu anlamında Yılmaz Erdoğan despot baba figürü için hatalı bir seçim kanımca; taşraya en bağlı görünen kız kardeşin orta yaşlı halinin Fransız filmlerinden fırlamış izlenimi ise hikâyenin inandırıcılığına zarar vermiş. Göğsüne sevgiyle dokunulduğu an yükselen İstiklal Marşı sesi ve kameranın elektrik düğmesiyle siyah beyaz çekime geçmesi Berkun Oya’nın hınzır yönetmenlik imzası olarak göze çarpıyor.
Son dönemde Türk sinemasındaki taşra sıkıntısı, büyük şehir-taşra ikiliği, babalarla o bitmez tükenmez meseleler ve kardeşler arası hesaplaşmalar Cici’de hafıza teması odağa konularak yeniden ele alınıyor. Cici, çok katmanlı anlatısıyla bittikten sonra da üzerinde düşündüğünüz ve kafanızda dolaştırdığınız ender Türk filmlerinden. Sadece bunun için bile hayatınızdan 2,5 saatinizi ayırmaya değer.