1966 yılında İstanbul'da doğdu. Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi'nde aynı bölümde başladığı yüksek lisans eğitimini tez aşamasında bıraktı ve yirmi altı yıl sürecek iş hayatına geçti. Şimdilerde fotoğraf çekmek, öykü okumak ve yazmak, film izlemek ve filmler üzerine yazmakla uğraşıyor. Aşk Ağustosta Güzeldi isimli ilk kitabı 2020 yılında yayınlandı. İFSAK üyesi, ifsakblog, perasinema ve Mikroscope'ta yazıyor.

 

Son günlerde tam da beni gençliğime ya da şöyle diyelim yirmili yaşlarıma götüren birçok olay yaşadım. Güzel olanı buluşmalar, acı vereni ise yaşadığım kayıplar oldu. Burada sadece güzel olanlardan bahsedeceğim. Kayıplarımı ise anmadan geçemem çünkü onlar bugünkü beni, ben yapan temel taşlar.

 

Lise yıllarımda Truman Capote’nin Grass Harp -dilimize Çimen Türküsü adıyla çevrildi- kitabını İngilizce derslerimizde okumuştuk. Bize kitabı yaşayarak okutan İngilizce öğretmenimiz Pesen Şentürker’i çok kısa süre önce kaybettik. Aralık ayında annemi kaybettikten sonra üniversite yıllarımın geçtiği eve dönmüştüm. Her gün yeni bir anıyla uyanıyordum ki öğretmenim de göçtü bu dünyadan. Hadi bakalım şimdi de döndüm mü lise yıllarına. Öyleyse Grass Harp ile buluşmanın zamanıdır dedim. Ne yazık ki lisedeyken neredeyse her satırına notlar aldığım kitabımı artık bulamıyorum ama Türkçesi okunacaklar arasında kütüphanemde duruyordu. Kitabın kahramanlarından Dolly ve ailesi diyeceğim dostları, onların sıcacık sohbetlerini ettikleri “cosyparlour” ya da sıcak mı sıcak, rahat mı rahat mutfaklarını, özgürlük alanları ağaç evlerini, Dolly’nin pembe odasını hiç unutmamıştım. Pesen Öğretmenim ile ne zaman konuşsam, Grass Harp’ı hatırlatırdı bana; “Ne diyordu hatırla!” derdi. Ben de her seferinde sanki lafın nereye geleceğini bilmiyormuşum gibi; “Ne diyordu?” diye sorardım. Devam ederdi öğretmenim; “Love is not an easy process, it may take a life time” derdi. “Sevmek kolay bir süreç değildir, bir ömür alabilir.”

İnsanın içini kıpır kıpır eden, onsuz yaşayamayacakmışım gibi hissettiren heyecan gençlikte başka türlüdür. Başka olması galiba henüz deneyim kategorisine girmemesinden ve tüm saflığından.

Ahhh güzelim gençlik! Behçet Necatigil “Gençlik” şiirinde ne diyordu;  “Hey gençlik, gençlik, gençlik / Avarelik günleri / Ne tatlıdır o yok mu / Duymamak yokluğunu / Dünyada hiçbir şeyin.“

 

Kanın gençliğin ritminde akarken belki bir tren yolculuğunda âşık olursun, geceyi onunla şehrin sokaklarında yürüyerek geçirip, sonra yıllarca görmezsin. Bir gün, bu sefer dünyanın başka bir köşesinde karşına çıkıverir. Tekrar aynı heyecanları yaşarsın. Evet, evet. O filmden bahsediyorum. İki kişinin hayat yolculuğuna tanıklık eden “Before” üçlemesini hatırlatmak istiyorum sizlere. Hani Julie Delpy’nin canlandırdığı Celine ve Ethan Hawke’nin oynadığı Jesse’nin yıllara yayılan hikâyesini anlatan yönetmen Richard Linklater’ın Before üçlemesi. Tıpkı Truman Capote’nin dediği gibi bir ömür alabilecek sevgi, arkadaşlık hikâyesi.

Hadi gelin ilk filmi hatırlayalım. 1995 yılında çekilen Before Sunrise, sabah gün doğana kadar yavaş yavaş Viyana sokaklarında gelişen önce hayranlık, sonrasında da aşk hikâyesi. Before Sunrise raylarda yol alan tren görüntüsüyle başlıyor. Tren Avusturya’nın yemyeşil doğasının ortasında yol alırken Celine’in yanında oturan çift sıkı bir tartışmaya tutuşur. Tartışan çiftin sesinden rahatsız olan Celine yerini değiştirince filmin Before Midnight’a kadar uzanacak romantik hikâyesi başlar. Dokuz yıl arayla çekilen Before Sunset ve Before Midnight’ı da severek izlediyseniz ilk filmde trende kavga eden çifte teşekkür edenlerdensiniz, tabii ki Celine ve Jesse ile birlikte.

Ahhh! Ne güzeldir sırt çantasının özgürlüğünde yol almak. Sanki o raylarda uçan tren değil de kalbimizdir… Başka kalplerle birleşir, bir olur, aşk olur. Bazı aşklar yıllar geçse de unutulmaz. Araya yollar girer, sınırlar girer, uçak mesafesinde yolculuklar girer ama duygular unutulmaz. Bir gecedir hepi topu yaşanan. Olsun derindir. İz bırakmıştır. Ah o izler! O silinmeyen izler yıllar geçer, gelir seni bulur hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın bir yerde. Kalbinde bahar çiçekleri açar. Farkında değilsindir aslında senin yıllarca o izi, izleri takip ettiğini. Deneyimsiz heyecanlarını doldurursun sırt çantana ya da heybene. Umutlarını da. İster istemez vardır o umutlar. Başkadır gençlik umutları, gençlik heyecanları… Tıpkı Before Sunrise’da olduğu gibi.

 

Peki, size bu ilk filmin esin kaynağının yönetmenin yaşadığı gerçek bir olay olduğunu söylesem. Richard Linklater 1989 yılında (yirmi dokuz yaşındayken) Philadelphia’da bir oyuncakçı dükkânında bir kadınla tanışır. Şehirde yürürler, gecenin karanlığında derin sohbetlere dalarlar. Tekrar görüşmek için sözleşseler de iletişimleri kopar ama o geceden yıllarca unutulmayan etkileyici bir film çıkar. İyi ki yaşanmış o gece, edilmiş o sohbetler. Tıpkı Truman Capote’nin dediği gibi kolay olmayan, bir ömür alabilecek olan sevgi süreci o geceden fısıldamış Jesse ve Celine’e.