1966’da doğdu. İTÜ Tekstil Mühendisliği’ni bitirdi. 2000 yılına kadar tekstil sektöründe, Levis’da çalıştı. Bir yerlerde bir sorun var, diyerek New York’a gitti. Yer değiştirmekle bir şeyler kazanırken, bir şeyleri de kaybettiğini gördü. Geri döndü. Bilişim sektöründe yeniden başladı. Yolu Microsoft’tan geçti. Yine bir sorun var, dedi. Her şeyi bıraktı ve yeniden başladı. Yıl 2009 iken edebiyatla ve bahçecilikle ilgilenmeye başladı. Bu daha iyi bir yoldu. İki öykü kitabı yazdı, Ağaçlar Yanıyor (2014, Notos) ve Deniz Bize İyi Gelecek (2018, Notos). Kitap tanıtım yazıları Radikal, Cumhuriyet kitap eklerinde ve edebiyat dergilerinde yayımlandı. On yıl boyunca toprakla ilgilendi, iki bahçıvanlık sertifikası aldı ve toprağın, üretimin her şeyden zor olduğunu gördü. Şehri asla terk etmedi.

 

Uçsuz bucaksız kâinatın içindeki küçücük Dünya’mızda işgal ettiğimiz yer yaklaşık 0.15 metrekareymiş. Sesimizin de yok olmadığını, yol aldığını ve kim bilir evrenin hangi karanlık köşesinde sürekli dönenip durduğunu düşünsek bile, pek de yer kaplamadığımızı aslında biliyoruz sanki. Belki de bu yüzden bazen çok bağırıyoruz. Kızıyoruz. Doymuyor, hiçbir şeyden tatmin olmuyor, hırslanıyoruz. Hele hepimizin sesi birbirine eklenince de ya bir uğultu oluyor ya gürültü ya çığlık.

Ya da bazen,

bir yabancıya merhaba dediğimizde; bir ağacı kurtarmak için önce iki, sonra üç, sonra bin olduğumuzda; denizin dalgasında; yanan bir ormanı kurtarmak için elden ele su kovası taşıdığımızda, terimize küller yapışıp kapkara olduğumuzda; depremde yıkılmış bir enkazı ellerimizle, tırnaklarımızla kazıdığımızda; binlerce ölümün arasında tek bir can’ın hayatta kaldığını gördüğümüzde… bambaşka bir ses.

 

Sebastiao Salgado’nun yedi yıl o kıtada beş yıl bu kıtada, bir ömür boyu çektiği fotoğraflara bakıyorum. Ses yok ama söz çok. Çeteler, para, şiddet, uyuşturucu trafiği, tehdit, sürgün… Kapitalizm, kuraklık, açlık, ölüm… Petrol, güç, savaş, kaos… Acı, sadece acı.

Dinlemek ve duymak gerekiyor. Gördüğümü söze çeviriyorum.

 

Yere çökmüş bir adam şöyle diyor:

“Günlerdir yürüyoruz. Kaç gün ya da kaç ay olduğunu bilmiyorum artık. Kendi yüzümü unutacak kadar. Yanımdakilere bakıyorum, hepsi değişti. Saçları uzadı, keçeleşti. Yüzlerine bir karanlık geldi. Üstümüze başımıza doladığımız örtü bile dayanamıyor, yırtılıyor. Parça parça. Saçak saçak. Evden çıktık, bir gece oldu bir gündüz ve şöyle bir dönüp arkamıza baktığımızda karıncalar kadar çoğalmışız. İki milyon, diyorlar. Aşağı yukarı tabii. Milyonlarca. Yersiz yurtsuz. Gözlerimi hatırlamıyorum artık. Şimdi nasıl baktığımı bilmiyorum. Öbürlerinin gözlerine bakıyorum da, ne görüyorum. Boşluk.”

Bir kadın kocası için şöyle diyor:

“O tanıdığım, duruşunu ezbere bildiğim adam değil. O başka birisi artık. Omuzları çökmüş, dik bile duramıyor ayaktayken. Bacakları hep böyle eğri miydi? Niye hep yere bakıyor? Yürürken, yığılmış çökmüş otururken. Uyurken bile sanki. Zaten burada herkes toprağa bakıyor. Ben de. Toprağın altında ne görüyoruz? Ya da ne görmek istiyoruz.”

 

Bir genç:

“Hava bile değişti sanki. Gökyüzü hep bulutlu. Toprak kupkuru. Ağaçsız, yeşilsiz. Her yer gri, toz. Binlerce, milyonlarca kişinin attığı her adımla her yer, her yer toz. Bir uğultu. Alabildiğine insan. Bu kuşlar niye dönüp duruyor tepemizde. Rüzgâr bile başka esiyor sanki. Ya canımı acıtıyor ya yakıyor. Ya itiyor arkamızdan ya durduruyor, yürümek imkânsız oluyor. Öylece hareketsiz donup kalıyoruz. Derim kurudu, ağaç kabuğuna döndü. Cehennem burası olmalı,” diyor.

 

Bir anne ağlamıyor bile:

“Onu hâlâ kollarımın arasında sarıyorum. Sıkı sıkı bastırıyorum kendi bedenime yapıştırıyorum. Çekip almak istediler, izin vermedim. Gözlerini kapamıyorum. Kaparsam yolunu kaybeder, diye. Yolunu bulsun ki, ben de onu bulayım. Sütüm onun için. Akıp gidiyor. Ama o öylece gözleri apaçık bomboş, taş gibi bakıyor.”

 

Baba gözlerini kaçırarak konuşuyor ama yanındaki çocuklar kameranın objektifine dikmiş gözlerini:

“Arıyoruz. Bulacağız bir yer. Vardı bir evimiz ama…”

 

Fotoğrafçı, belki Salgado belki bir başkası:

“Bu insanlar hayatta kalmayı başarsalar bile, bir daha asla iyi olamayacaklar,” diyor.

 

Ve gönüllü bir doktor da şunları söylüyor:

“Şurayı görüyor musun. O tepe falan değil. Yığın. Her gün yüzlerce ölüm var burada. Şu gelene bak. Baba. Kucağında çocuğu. Sarmış sarmalamış. Bak usulca bıraktı. Gidiyor. Yanındakiyle konuşa konuşa dönüyor. Ölüm, ölüm gibi değil burada. Başka bir hâl. Sıradan. Normal. Birazdan kepçe gelir, onlarcasını birden…”

 

 

Sebastiao Salgado’nun da gördüğü acı karşısında ruhu hasta oluyor. Yıllarca zulmü görüp de aksi mümkün değil zaten. Memleketine dönüyor. Onun bir zamanlar yaşadığı, yemyeşil topraklar da çöl olmuş. Niçin yeniden diriltmeyelim ki, diyor karısı Lelia ve birlikte bir hayal kuruyorlar. Yıl 1998. Kim bilir belki yeniden yeşerir ağaçlar, büyür, sular yeniden birikir, yeni yollar bulup dereler olur, şelaleler yeniden oluşur. Belki jaguarlar bile geri döner. Eskiden olduğu gibi. Neden olmasın. Her zaman başka sesler de mümkün. Instituto Terra bir umut oluyor.

 

Hektarlarca alanlık kurak toprağa öğrencilerin de desteğiyle tohumdan tek tek yetiştirilen milyonlarca fidan dikiyorlar. Başlangıçta zaman zaman ümitsizliğe kapıldıklarını söyleseler de, içinde Atlantik florasına ait endemik türlerin yaşadığı bir dünya yaratmayı başarıyorlar sonunda. Üstelik bunu şahsi bir fırsata çevirmeden yapıyorlar. O topraklar artık Salgadolar’ın özel mülkü değil, Ulusal Park ve herkese ait. Mahvolmuş toprakların tekrar ormana dönüşebileceğini gösteriyorlar.

 

Bu çarpıcı ikiliği gözler önüne seren Toprağın Tuzu (*). Endonezya, Nijerya, Güney Amerika yerlileri, Ruanda, Etiyopya, Mali, Kongo, Yugoslavya, Bulgaristan, Suriye, Afganistan… ve dahası. Bir yanda doğa mucizelerle doluyken insanoğlu neden bu acılara maruz kalıyor, diye düşünmemek elde değil. Küçük gezegenimizde iki karşıtlık aynı tepside sunulmuş bizlere, hangisini seçersek. Acı, nefret, korku canlı bir organizma, bulaşıcı bir virüs gibi nasıl da hızla yayılıyor bir tarafta. Aksi de mümkünken. “Buradaki temel mesele,” diyor Salgado, Etiyopya’nın kuzeyindeki kamp için, “devletin kendi halkından yiyecek sakladığını bilmek. Bu acımasız ve siyasi sahtekârlığı anlamak lazım.”  Oysa yerli halkın alçakgönüllülüğü dikkatten kaçacak gibi değil: “… Ölmek üzere olan bir çocukları olsa bile diğerlerinin önüne geçmek için asla ısrar etmezlerdi. Beklemeyi tercih ederlerdi,” diyor. Zulme maruz kalmış bir halkın öyle bir ortamda bile hâlâ birbirine saygı gösterebiliyor olması da dualitenin her yerde ve her anda var olabileceğini gösteriyor. Bunlar hepimizin bildikleri aslında ama niyeyse kolay unuttuğumuz, sonra negatif bir tetiklenmeyle yeniden hatırladığımız, sonra yine unuttuğumuz… Görünen o ki böyle de devam edecek. Umarım bulunduğumuz yerde kendimizi duyar, kendi bilincimizi fark eder, kendi karanlığımızı aydınlatırız. Belki kapladığımız hacim çok küçük ama yine de bir etkimiz var.

 

Son sözü yine Salgado söylesin: “Anlaşılması gereken temel şey benim de bir kaplumbağa, bir ağaç ya da bir çakıl taşı kadar doğanın parçası olduğum.” Her zaman hatırlamak dileğiyle.

 

Ayrıca Laurent Petitgand’ın müzikleri çok etkileyici ve jaguarlar da Instituto Terra’ya  geri dönmüş.

 

(*)  Wim Wenders ve Juliano Ribeiro Salgado’nun birlikte yönettiği belgesel