Üst gelir grubunun yaşadığı Batı Londra’da muhteşem bir apartman dairesi. Her köşesinde yaşanmışlık izleri taşıyan, bol kitaplı, şömineli, zevkle döşenmiş bu evde yaşayan 80 yaşındaki emekli mühendis Anthony’nin (Anthony Hopkins) ilk anda yalın gibi görünen hayatına konuk oluyoruz. Kızı Anne’i (Olivia Colman) ona rutin ziyaretlerinden birini yaparken izliyoruz. İzleyici olarak dış bir gözle baba-kız arasındaki sevecen dinginliğin tadını çıkarıyoruz. Henüz Anthony’nin beyin kıvrımlarına girmedik ne de olsa. Sevecen Anne, babasına bir adamla tanıştığını ve onunla Paris’e taşınacağını söylüyor. İlk anda Anne için görünen tek sorun huysuz babasının sürekli bezdirip kaçırdığı bakıcıların yerine yeni birini nasıl bulacağı. Oysa Anthony’nin yüzündeki şaşkınlık ve karmaşa hali müthiş bir insani gerilimin ilk sinyallerini veriyor.
Bu kadın onun kızı olamaz. İçeride gazete okuyan yabancı adam kızının kocası olduğunu iddia ediyor. Oysa kızı boşanmamış mıydı? Hem az önce yeni sevgilisiyle Paris’e taşınacağını söylememiş miydi?
Birden kızı Anne’ı oynayan Olivia Colman karakteri değişiyor ve kızı olduğunu iddia eden başka biri kareye giriveriyor. Apartman dairesinin içindeki eşyalar ufak değişimler gösteriyor, asılı olan tablolar yerinden oynuyor. Zaman, bir ileri bir geri giderken anlatı Anthony’nin yorgun belleğinin kaygan zemininde ilerliyor. The Father (Baba) filmi yanıltıcı bir sakinlikle bizi en ürkünç diyarlara yani insan belleğinin derinliklerine sürüklüyor. Artık izleyici, olayları izleyen bir dış göz değil, Anthony ile birlikte neyin gerçek neyin yanılsama olduğunu anlamak için çırpınan biri. Senaryo bizi çoktan Anthony’nin hafızasına hapsetti bile. İsimler, yüzler birbirine karışıyor. Zaman artık doğrusal olarak ilerlemiyor.
Sinema tarihinde insan zihnine odaklanan ve zaman algısıyla oynayan sayısız film görebiliriz. Bu filmler gerilim-dram, bilimkurgu ya da fantastik türlerinde karşımıza çıkabilir. İnsan zihnini yönlendirme üzerine Inception’dan (Başlangıç, 2010), hafızasını yitiren birinin intikam macerasını geriye giden zaman döngüsüyle anlatan Memento’ya (Akıl Defteri, 2000), bilinçdışının yıkıntılarına yolculuk temasının başyapıtı olan Tarkovsky’nin Stalker’ına (İz Sürücü, 1979) ve sevgiliye ait izleri hafızadan silme çabasını anlatan unutulmaz Ethernal Sunshine of the Spotless Mind’a (Sil Baştan, 2004) kadar pek çok yapım bu esrarengiz temanın peşinden koşar. Ancak The Father filmini kendisinden önceki tüm bu örneklerden ayrı bir yere koyabiliriz.Burada biz izleyici olarak dünyayı Anthony’nin karmaşık algısıyla görürüz. Bu labirentin dışında kalanlar zaten bize sunulmaz. Çevremizde olup biten karmaşıklığa tıpkı Anthony gibi anlam vermeye çalışırız. Bütün bunlar olurken yitirdiğimiz her şeye Anthony ile koşut olarak ağıt yakarız. Film özelinde bu, kazada genç yaşta ölmüş bir kız evlattır. Yas, belleğin yükünü ağırlaştırır. Herkesin yaşamının bir noktasında yollarının kesişebileceği Alzheimer ya da özel bakım gerektiren demans hastası, sevdiği yaşlıların bakıcı sorunu ve yakınların çektiği derin suçluluk duygusu bu filmi daha yaşamın içinden ve hakiki kılar.
The Father’daki tiyatro tadı çok fazla değişmeyen iç mekânlardan kaynaklanmaktadır. Zaten filmin yönetmeni Florian Zeller de The Father’ı on yıl önce bir tiyatro oyunu olarak kaleme almıştır. İlk kez 2012 yılında Paris’te Le Père adıyla sahnelenen eser sayısız ödül alırken, film versiyonu 2021 Oscar ödüllerine en iyi uyarlama senaryo ve Anthony Hopkins’e verilen en iyi erkek oyuncu ödülleriyle damgasını vuracaktır. Hopkins, yaşayan en büyük Kral Lear aktörlerinden biri olduğunu bu filmde bizlere tekrar hissettiriyor. Yitirdiği ve mutsuz kıldığı kızlarının ardından kaybettiği hafızasıyla bocalarken adeta bir Shakespeare oyunculuğu dersi veriyor. The Father dingin anlatımı, özellikle Olivia Colman ve Anthony Hopkins’in olağanüstü oyunculukları ve hikâyenin içinize dokunacak gerçekliğiyle tam bir sinema şöleni sunuyor.