Merak etmek, heyecan duymak… Genç olmak bu değilse nedir?
Evden sabahın köründe çıkıp gece uyumaya girdiğimiz günler, iş çıkışı bir anda gelişen aktiviteler, spontane tanışıklıklar, restoranlar, barlar, sinema, konser salonları… Veya seyahat etmeye duyduğumuz güçlü tutku veya yola çıkmanın heyecanı… Bir süredir hiçbiri hayatımızda yok. O zaman, “bugün genç olmak” bugüne kadar bildiklerimizin dışında bir yerde…
Yaşadığın şehre seyahat etmek
Binlerce kilometre ötedeki bir şehri keşfetmek için araştırmacıya dönüşürüz de, oturduğumuz semtteki çeşmenin hikayesini merak etmeyiz. Her gün önünden geçtiğimiz kilise, sinagog veya türbe ilgimizi çekmez.
Kimseyi suçlamıyorum, ben de çok farklı değildim. Ta ki, kız arkadaşımdan eylül ayında küçük bir İstanbul turu teklifi alana kadar… Yanlış anlaşılmasın, İstanbul turuna ilk kez çıkmıyorum. Üniversitede bir sömestr kadar Prof. Dr. Suat Gezgin, dersini alan öğrencileri her cumartesi turlara çıkarırdı. Kendi merakımla şehrin birçok yerini ziyaret etmişimdir. Ama…
Gezerken gözümün kapalı olduğunu yeni anladım!
Bulgar cemaatine ait Balat’taki Demir Kilise hoştu tabii ama ruhumda değişimler Kariye Müzesi / Camii’ni gezerken oldu. Her biri şaheser olan mozaikler ve fresklere bakarken gülümsediğimi hatırlıyorum. Bana bir şeyler olduğunu hissediyorum. Sanki duvarlar canlanıyor, mozaikler, freskler hareketleniyor. Evimden birkaç kilometre ötede, zamanın dışında bir zamana ışınlanıyorum. Yüzlerce, binlerce yıl önce, tam benim durduğum yerde duran, yürüdüğüm sokaklarda ömrünü geçiren insanlarla aramda bir bağ oluşuyor.Her şey ayrı bir anlam kazanıyor. Sadece bu şehre ait binlerce ayrıntıyı keşfetmek, bu serüveni hayatımın bir parçası yapmak istiyorum.
“İstanbul’da hikâye asla son bulmaz”
Bir iki gün içinde yıllardır okuma listemdeki Murat Belge kitabını sipariş ediyorum: “İstanbul Gezi Rehberi”. Belge, kitabın hemen başında, “Çok kişi yaşadığı kenti çok az tanır. Bunun anlaşılır bir nedeni vardır: ‘’Nasıl olsa buradayım, bir gün gider görürüm’’ tavrı” diyor. Sonra teker teker anlatmaya başlıyor: camiler, kiliseler, çeşmeler, türbeler, saraylar, dehlizler, sarnıçlar, efsaneler, gerçekler…
Yeşil alan fakiri, korona koşullarının daha da sevimsizleştirdiği İstanbul’a sevgim en düşük düzeyde. Belge, bir zamanlar dünyanın bir numaralı şehrinde hikâyenin asla son bulmadığını hatırlatıyor. Şehre inancımı pekiştiriyor. Beni harekete geçiriyor. Hemen her boşluğumda kendimi İstanbul’un bir köşesine atıyorum. Gideceğim yerlere çalışarak, tarihi ve mimari önemlerini öğrenerek… Bu sefer gezerken gözlerim açık. Bir başka görüyorum karşıma çıkanları.
Karagümrük’te yürüyorum. Şehzadebaşı semtinde Mimar Sinan’ın “çıraklık eserim” dediği Şehzade Camii karşıma çıkıyor. Akıl almaz güzellikte… Hemen yanı başında enfes minaresiyle Burmalı Mescit Camii. Beyazıt tarafından Sultanahmet’e inerken II. Mahmud Türbesi’ne giriyorum. Bahçesi sürprizlerle dolu türbede Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamid’in de mezarları var. Kitabı okumasam belki de farkında bile olmadan yanından geçip gideceğim.
Gelmiş geçmiş en büyük mimari eserlerden Ayasofya, camiye çevrilmiş haliyle, Anadolu’nun dört bir yanından gelen insanlarla dolu, öncekinden farklı ama hâlâ çok güzel. Sütunlarına dokunurken aklımdan koskoca bir Roma ve Osmanlı tarihi geçiyor. Osman Hamdi Bey’in olağanüstü çabasıyla oluşturulan Arkeoloji Müzesi’nde lahitler, Eski Şark Eserleri Müzesi’nde Mısır mumyaları ve tarihin ilk yazılı antlaşması olan Kadeş Antlaşması ile Mezopotamya tarihi, evlerimizden birkaç kilometre uzaklıkta. Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesinde Fransız heykeltıraş Pierre Louis Roulliard’ın hayvan heykelleri, Dolmabahçe Sarayı’nın eski veliaht sarayındaki Resim Müzesi’nde eşsiz Ayvazovski tabloları, Üsküdar’da Mimar Sinan’ın denizle neredeyse bütünleşmiş “Kuşkonmaz Camii”… Dışından içine girerken ihtişamıyla, estetiğiyle neredeyse gözlerimin dolduğu Süleymaniye… Dolaştığım yerleri hep sosyal medya hesaplarımdan da paylaşıyorum ki başkaları da bu mutluluğu yaşayabilsin. Ne mutlu ki, çok güzel cevaplar alıyorum.
Gezen mi bilir, okuyan mı?
Rehber, İstanbul üzerine okumaya teşvik ediyor. Bir arkadaşımın kütüphanesinde Orhan Pamuk’un “İstanbul – Hatıralar ve Şehir” kitabını görüyorum. Hemen çekip (alıp) okumaya başlıyorum. O da beni Tanpınar’ın “Beş Şehir”ine yönlendiriyor. Tekrar İstanbul bölümünü okuyorum. “İstanbul’u Dolaşırken” kitabıyla şehri Amerikalı bilim insanları Hilary Sumner-Boyd ve John Freely’nin izlenimleriyle “geziyor”, Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık”ıyla bir bozacının gözünden şehrin son 50 yılına tanıklık ediyor, âdeta geceleri Mevlüt’le sokakları arşınlıyorum.
Bu duygular içinde Murat Belge’ye ulaşıyorum. “Gezi Rehberi”ni nasıl bir zevkle okuduğumu, aklımda ne tür fikirler oluştuğunu, yayımlanmasının 27 yıl ardından onunla konuşmak istediğimi söylüyorum. Belge, tüm kibarlığıyla teşekkür ediyor ve sorularımı iletebileceğimi söylüyor.
27 yıl önce “Temiz, etkili, kültürlü, ilginç ve özgün bir İstanbul hâlâ mümkün” demiştiniz. “2021’de hâlâ mümkün mü? İş işten geçti mi?” diye soruyorum. Belge’nin yanıtı umut verici: “Kültürel erozyonun ‘geri dönülmez’ olduğunu düşünmüyorum.”
İstanbul’un kendisi, benim için keşfedilecek, onu anlamak için çaba gösterdikçe ondan alınan keyfi artıran bir müzeye dönüşüyor. İçinden geçtiğimiz bu acayip zamanda, tüm merakımı ve heyecanımı binlerce yıllık, yaşlı şehre aktarıyorum, o da beni “gençlik”le ödüllendiriyor.