Yerebatan Sarnıcı’ndaki sergiye davetliyiz.
Bir çarşamba günü, Türkiye’nin girdiği ağır girdaplardan en ağırına eklenen Narin’in ve küçücük bedeninin anlattıklarının üzerimizde gezinen taşlaşmış hayaletiyle birlikteyiz. Ağırız. Sergiye merak elbette öncelikli. Ancak ondan önde giden başka bir duygu var. Yeryüzünü bırakıp (belki de bir anlığına ondan vazgeçip) Dante’nin işaret ettiği derine, çok derine, suyun mırıldandığı “yeraltına” dalma isteği de bu yüzden-besbelli.
Ve hiçbir şeyin boşuna olmadığını bir kez daha anlıyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İBB Miras, İBB Kültür ve Çek Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu ortaklığında Yerebatan Sarnıcı’nda açılan “Yeraltının Kapıları – Geçiş ve Yansıma ile Mekâna Dokunma; Vlastimil Beránek” adlı serginin küratörü Dr. Mahir Polat eşliğindeki bu buluşma bize, mimari ve somut açıdan yeraltındaki varlığımıza bir mim daha koyduruyor: Kendi derinliklerimiz ve dehlizlerimizle “oradayız”. “Orada” olmanın birçok anlamı ve boyutu var.
Mahir Polat’ın Miroslav Kroupa ile birlikte küratörlüğünü üstlendiği serginin bir başka özelliği daha var: Bugüne kadar bu megakentte düzenlenmiş en büyük uluslararası kristal heykel sergisi ile karşı karşıyayız. “Yeraltının Kapıları – Geçiş ve Yansıma ile Mekâna Dokunma; Vlastimil Beránek”, Çek çağdaş heykeltıraşları Vlastimil Beránek ve Jaroslav Prošek’in kristal heykellerinden oluşan özel bir seçkiyi Yerebatan Sarnıcı’nın büyülü atmosferinde bir araya getiriyor. Daha önce “Daha derine” sergisinin yarattığı derinlik fikri, sergide, suyun içine yerleştirilen kristal heykelleri bu duyguyla izlememize yol açıyor. Ama… Sadece bu değil! Çek çağdaş heykeltıraşları Vlastimil Beránek ve Jaroslav Prošek’in eserleri, asırları devirmiş Yerebatan Sarnıcı’nda su ve taşla “garip”, “büyüleyici” ve sonradan zihne doluşan nice fikirle “sarsıcı” bir yolculuğa çıkartıyor bizleri.
Sarnıcın “bir geçiş, bir başka boyutluluk” ruhuna eklemlenebilecek sergide, oyuklar ve dehlizleri, terse çevrili ve bakışlarıyla biz beşer ruhluları taşa çevirmeye hazırlanan Medusa’yı, hatta Şeytan’ı izleyerek (duvardaki o muhteşem yansımayı hatırla ey sosyal medya kaçkını ruh!”) böylesi bir “cam açılımın” işaret ettiği “başka boyutluluğa” dikkatle bakmak kaçınılmaz oluyor. O dehşetten yansıyan bizim çehremiz mi yoksa? Kaçışlarımız? Susuşlarımız? Konuşurken bile aman sakın ha hallerimiz. Egolarımız. Ben, ben, ben hallerimiz. Kalbimizdeki yaraları oraya buraya savurup çok bilmem ne takılışlarımız.
Aynı zamanda bir başka kavramın daha takipçisi olmak elzem: Yansıtma. Peki neyin yansıtmasıdır bu? Bir zamanlar kaybolmuş bir Saray’ın, bu “Yeraltı Sarayı”nı yaparken ölüp giden binlerce işçinin çığlıklarına yenik düşmüş bir tarihin neyi nasıl yansıttığını farz edebiliriz? O camlarda gördüğümüz bu mu? Ondan bize doğru, taşlar ve suyun tarihe saklı çağlayan canından akan? Ağlayan bir sütunun kalpsiz olduğunu kim söyleyebilir? Ya sen ey beşer! 21. yüzyılın bitmeyen sezon finali; senin kalbin ne zaman tekledi!
Yoksa gördüğümüz, kendi trajedimizin yüzyıllara yenik düşen, savaş çığlıklarında perişan olan ruhumuzdan geri kalan çokyüzlü, sıradan, vasat kalakalmışlığı mı? O geometrik form alanında, bugün turistik bir alan olarak hizmet veren sütunların arasında bambaşka bir formu düşünebilme şansı ve riski mi yoksa?
Muhtemelen hepsi ve muhtemelen hiçbiri.
Çünkü taş ve camın derin sessizliği bizi seyretmeye devam ediyor. Küçük hesaplardan kurtulamayan insan, aynı kaldığı müddetçe de “seyretmeye” devam edecek. Hiç kuşku yok; bu muhteşem kuşatmanın bizi bizimle baş başa bıraktığı bambaşka sorular var.
“Yeraltının Kapıları – Geçiş ve Yansıma ile Mekâna Dokunma; Vlastimil Beránek” sergisi 30 Kasım’a kadar bu şehirde…