“Bu sanatı yapmak için ne boya ne fırça ne mermer parçaları ya da keski, ne piyano ya da keman gerekiyor. Dansı yaratmak için sadece bizler lazımız. Dans bizim bedenimizin içinde doğuyor, var oluyor ve yine bedenimizde ölüyor. O tüm sanatların en kişisel olanı; dans yaşamın en temelinden fışkırıyor” diye yazar ünlü dans eleştirmeni Terry Walter.
İsrailli koreograf Ohad Naharin dansın nasıl sözcüklere dökülemeyeceğinden bahsederken “kör birine güneş batımını anlatabilir misiniz ya da güzel bir düşü mahvetmeden tanımlayabilir misiniz?” der. Oysa Netflix’te yayınlanan “Move” (Hareket Et) belgesel dizisi tam da bunu yapmaya soyunuyor. Move, dansı tanımlamanın ya da aslında dansçı olmanın anlamının peşinden gidiyor. 45’er dakikalık beş bölüm boyunca farklı dansçı türleriyle karşılaşıyoruz. Thierry Demaizière’ın yazıp Alban Teurlai’nin yönettiği belgesel dizisi dünyanın her köşesindeki değişik dansçılarla tanıştırıyor bizi. Dizinin amacı aslında dansı yücelterek onu şekere bulamak değil. Hiçbir bölümde dansın aniden ve kolaylıkla yapılabildiğini söylemiyor. Tam tersine dans biçimlerinin ne kadar güçlüklerle dolu olduğunu, dansçıların bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesini, bedenlerinin sınırlarını nasıl zorladıklarını ve yetenekleriyle nasıl sınıfsal ve kültürel öğrenilmişliklere kafa tuttuklarını gösteriyor.
Move beş ayrı dansçının öykülerinden oluşuyor. Her öykü aslında uzun metrajlı bir filme evrilecek kadar özgün içeriğe sahip. Sanatçıların anlatacağı ve göstereceği o kadar çok şey var ki. Dansçılar şu anda bulundukları noktaya gelene kadarki serüvenlerini anlatıyorlar. Move’da hiçbir öykü gereğinden fazla dramatize edilmiyor. Yalın, incelikli ancak vurucu bir şekilde bir dansçı olmanın insanı ve bedeni nasıl dönüştürdüğünü izliyoruz. Bütün öyküler dans üzerinden insanın fiziksel dayanma gücü, hırsı, tutkuları, aşkları ve en önemlisi özgürlüğü üzerine.
Örneğin ikinci bölümde İspanyol Flamenko dansçısı Israel Galván kendi dans biçimiyle, giydiği kostümlerle, konuşması ve vücut diliyle toplumsal cinsiyet rollerindeki akışkanlığı vurguluyor. “Ben herhangi bir beden olmak istiyorum” diyor kameraya dönerek; flamenko ve diğer dans formlarındaki sıkı tanımlanmış ikili cinsiyet rollerini reddettiğini vurguluyor. Kuralları yıkan, kalıpları aşan ve bedenini özgürleştiren bir dansçı Galván. Benim için en etkileyici sahnelerden biri Galván’ın Seville’de tabut içinde dans ederek toplumsal normları sonuna kadar zorlaması oldu.
Dansçılar bakılmanın öznesi olarak bedenlerinden, kültürel ve toplumsal beklentilerin arasına sıkışmanın güçlüklerinden söz ediyorlar. Bedenleri kişisel olduğu kadar politik de. Dördüncü bölümde Jamaikalı performans dansçısı Kimiko Versatile sürekli kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı eğilip bükülmelerinin eril bakışa hizmet etmek için yapılmadığını vurguluyor. Kimiko sadece kendi için dans ettiğini söylüyor.
Dansçıların kişisel öyküleri tüm içtenliği ile izleyiciye geçiyor. Sadece sanatçı olarak yaşadıkları değil aile hayatları ve kültürel arka planda yaşamlarını biçimlendiren sayısız ayrıntı hikayeleri zenginleştiriyor. Neredeyse tüm Netflix belgesellerinde olduğu gibi Move da iyi sinematografi ve yüksek çekim kalitesiyle röportajları, arşiv görüntülerini ve daha yeni çekilmiş kareleri pürüzsüz bir biçimde birbirine geçirerek izleyicileri ekrana bağlamasını biliyor.
Move’da dünyanın farklı noktalarından gelen dansçı hikayelerini izlerken yüksek atlamaların ve dönüşlerin ayıp ve görgüsüz olarak nitelendirildiği 17. yüzyıl saray balesinden ve krallara itaatkârlık ve sadakat yeminli balerinlerden bugüne geldiğimiz uzun serüveni düşünmeden edemedim. İdeal kadın bedeninin bir kuş kadar hafif, var ile yok arasında, peri gibi uçuşkan bir varlık olmasını zorunlu kılan klasik baleden, yaratıcı, özgürlükçü, güçlü ve başkaldıran kadın dansçılara çıkan yol kültürel farklılıklarla hala uzayıp gidiyor. Move, her türlü dinsel, kültürel ve toplumsal baskılara karşı bedenlerini bir sanat formu olarak kullanan tüm dansçılara içten bir selam gönderiyor.